Cahiliyyet Ve Ondaki Hanîflik Kalıntıları
Bu mukaddime, siret konularına ve onlardaki öğütlere girmeden önce, araştırılması gereken çok önemli bir mukaddimedir. Zira bu mukaddime, İslam düşmanlarının devamlı yok etmeye uğraştıkları ve çeşitli iftiralarla, yalanlarla geçersiz hale getirmeye çabaladıkları bir «Hakikat»i içeriyor.
Bu hakikatin özeti şudur: İslâm Dini, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberler babası Hz. İbrahim (a.s.) ile gönderdiği «Haniflik» dininin sadece bir uzantısıdır. Kur'ân-ı Kerîm, bunu birçok âyetlerinde açıklamıştır. İşte onlardan biri: «Allah uğrunda hakkıyla cihad edin, Sizi O seçti. Din (işlerinde) de üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dininde olduğu gibi. Daha önce ve bu Kur'an'da da peygamberin size şahit olması sizin de insanlara şahit olmanız için size Müslüman adını veren Odur. Yine, o âyetlerden bir diğeri: «De ki, Allah sözün doğrusunu söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşrikler (puta tapanlar) dan değildir.
Arapların, İsmail Aleyhisselâm'ın çocuklarından olduklarını herkes bilir. Böyle olunca da Araplar, babaları Hz. İbrahim'in dinine mirasçı oldular. Yâni; Allah'ın birliğine iman, O'na ibâdet, O'nun koyduğu yasakları çiğnememe, kutsal olarak belirlediği şeyleri kutsal kabul etme gibi ilkelere mirasçı oldular. Bu kutsal olan şeylerin başında; Kabe'yi takdis ve ta'zim, sa'y, tavaf v.s. ye hürmet, onu korumak, hizmetini ve bakımını yapmak gelmektedir.
Aradan uzun zaman geçip, asırlar birbirini kovalayınca, diğer millet ve ümmetler gibi; Arapların da gözünü cehalet bürüdü. Aralarına da birtakım bozguncular sızmıştı. Bu kötü niyetli kişiler, onların arasına sinsice, bâtıl fikirlerini soktular. Araplar da babalarından miras katan ilâhi prensiplerle, bu bâtıl fikirleri birbirine karıştırdılar. Böylece, onların arasına şirk inancı girmiş oldu. Yavaş yavaş puta tapıcılığa alıştılar, sonunda bâtıl âdetler ve ahlâksızlık aralarına sokulmuş oldu. Bundan dolayı Araplar, tevhit nurundan ve haniflik yolundan uzaklaştılar. Câhiliyyet âdetleri aralarında yaygınlık kazandı ve Hz, Peygamber'in bi'setine kadar onları etkisi altına aldı. Nihayet Hz. Muhammed'in gönderilişi ile câhiliyyet perdesi onların üstünden yırtılıp atıldı.
Arapların arasına şirki sokan ve putlara tapmalarını teşvik eden ilk kişi, Amr bin Lühayy bin Kam'a'dır ki, bu adam aynı zamanda Huzâa kabilesinin dedesidir. İbn İshâk, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: «Ben, Resûlullah (s.a.v.)'ın Eksem bin el-Cevn el-Huzâî'ye şöyle dediğini duydum: «Yâ Eksem! Ben, Amr bin Lühayy bin Kam'a bin Hındif'i cehennemde bağırsaklarını sürükler bir halde gördüm. Şimdiye kadar ne senin ona, ne de onun sana benzediği kadar bir adamı gördüm.» Bunun üzerine Eksem: «Ya Resûlâllah! Onun benzerliğinin bana bir zararı dokunabilir mi?» diye sordu. Hz. Peygamber de: «Hayır, sen mü'minsin, o ise kâfir. İsmail (a.s.)'in dinini bozan, putları diken, Bahire, Şaibe, Vasile ve Hami adaklarını ilk icad eden adam odur» buyurdu.
İbn Hişâm, Amr bin Lühayy'ın, Arapların arasına puta tapmayı nasıl soktuğunu şöyle rivayet ediyor: Amr bin Lühayy, işlerini görmek için Mekke'den ayrılıp, Şam'a gitmişti. Belkâ bölgesindeki Maab şehrine gelince, onların putlara taptıklarını gördü. Onlara: «Taptığınızı gördüm, şu putlar da neyin nesidir?» diye sordu. Onlar da ona: «Bunlar putlardır. Biz onlara taparız. Yağmur isteriz onlardan, bize yağmur yağdırırlar. Onlardan yardım isteriz, bize yardım ederler» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Amr: «O putlardan bana bir tane verseniz olmaz mı? Ben onu Arap diyarına götüreyim de, onlar da ona tapsınlar» dedi. Amâlika’da Hübel denilen putu ona verdiler. O da bu putu yanında Mekke'ye getirip dikti ve halkın ona tapmasını, yüce kabul etmesini emretti.
İşte Arap Yarımadası'nda, puta tapma böyle ortaya çıktı. Arapların arasında şirk de böyle yayıldı. Araplar üzerinde bulundukları tevhit inancından bu sebeple ayrıldılar. Onlar Hz. İbrahim'in ve Hz. İsmail'in dinini, başka inançlarla değiştirdiler. Diğer ümmetlerin uğradıkları dalâlete, inanç ve ibâdetlerdeki çirkinliklere onlar da bulaştılar.
Onları, bütün bunlara sevkeden şeylerin en önemlisi cehalet, ümmîlik ve etraflarında bulunan çeşitli kabile ve ümmetlerden etkilenmeleridir.
Şu kadar var ki, onların arasında -her ne kadar zamanla sayıları azalıyorduysa da- Hanîflik yolu üzerine yürüyerek Tevhid akidesine sımsıkı bağlı insanlar hayatlarını sürdürüyorlardı. O kişiler ölümden sonra dirilmeyi, Haşir ve Neşr'i tasdik ediyorlar, Allah'ın itaatkâr kullara sevap, âsilere de ceza vereceğine inanıyorlardı. Yine bu kişiler, Arapların, sapık düşünce ve görüşlerle, putlara tapma gibi ortaya çıkardıkları yeni âdetlerden nefret ediyorlardı. Kuss bin Saidetü'l-Iyâdi, Riabu'ş-Şenni, Rahib Bahira gibi birçokları Hanifliğe inanan insanlar olarak şöhret bulmuşlardı
Nitekim Arapların âdetleri arasında - her ne kadar zamanla zayıflamış ve küçümsenir bir hale gelmiş olsa bile- Hz. İbrahim döneminin artıkları, Hanîflik dininin prensip ve hükümleri, hâlâ yaşıyordu. Onların câhiliyye hayatları, Hanifliğin prensip ve âdetlerinden belli bir miktar karışmış olarak devam ediyordu. Ama tabiî, bu prensip ve âdetler, onların hayatında bozuk ve çirkinleşmiş bir vaziyette nerdeyse tefrik edilemiyecek bir haldeydi. Bunlar, Kabe'yi ta'zim, onu tavaf, Hac ve Umre, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme gibi şeylerdi. Bütün bunların aslı meşrudur ve Hz. İbrahim döneminden kalma kurban kesme gibi şeylerdi. Fakat Araplar bunları uygunsuz bir şekilde yapıyorlar ve Haniflik dininde bulunmayan şeyleri onların arasına katıyorlardı. Hac ve Umre'de telbiye yaptıkları gibi... Kinâne ve Kureyş kabileleri, telbiye yaptıkları zaman şöyle diyorlardı:
«Buyur, Allah'ım buyur! (Senin emrine her zaman hazırım.) Buyur, senin ortağın yoktur. Ancak senin bir ortağın vardır ki, o da senin hükmün altındadır. Sen ona ve onun sahip olduklarına hükmedersin.» İbn Hişâm'ın da dediği gibi Araplar, telbiye ederek Allah'ı birliyorlar, putlarını onun yanma katıyorlardı. Fakat sahipliğini de yine O'nun eline veriyorlardı.
Özet olarak, Arap Tarihinin gelişmesi, ancak peygamberler babası Hz. İbrahim Aleyhisselâm ile gönderilen kolay Hanîflik dininin gölgesinde tamamlandı. Arapların yaşayışını tevhit akidesi, hidâyet nuru ve iman kaplamıştı. Sonradan Araplar zamanın geçmesi ve asırların birbirini takibi, peygamber asrının uzaklaşmasıyla bu hak yoldan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Tarihle birlikte yavaş bir seyir takip eden, zamanla zayıflayan ve yıldan yıla taraftarları azalan Haniflik dininin kalıntıları devam etmekle birlikte; Arapların yaşayışı, şirkin karanlığı ve fikri sapıklıklarla bu-lanmaya başladı.
Hanif dininin meş'alesi, Hâtemü'l-Enbiyâ Hz. Muhammed (s.a. v.)'in peygamberliği ile yeniden alevlenince, şu uzun zaman aralığında, sapıklık ve cehaletten dolayı pörsüyen her şeye, ilâhî vahiy can getirdi. Bütün bu karanlıkları yok etti. Hak ve adalet prensipleriyle, İman ve Tevhit nuruyla bulunduğu yeri aydınlattı, ilâhi şeriatların, sabitleştirmiş ve Hz. İbrahim'in getirdiği ve ilâhî şeriat-ların kabul ettiği Haniflik dininin kalıntılarına yöneldi; onları kabullenip, pekiştirdi ve da'vetini de yeniledi.
Bu açıkladıklarımızın, tarihe vâkıf olan bir kişi için bedahetle bilinen bir şey olduğunu ve İslâm'dan birazcık nasibi olan bir kişi için de bedahetle sabit olan bir şey olduğunu te'kid etmemizin fuzulî uğraşma olduğunda şüphe yoktur. Ancak, biz bu çağda, apaçık olan şeyleri, yeniden açıklamak ve bedihî olan şeyleri te'kidle söylemek için çok zaman harcamaya mecburuz. Ben, bir kısım insanların içlerindeki arzu ve istekten dolayı, itikatları konusunda nasıl gevşek davrandıklarını gözlerimle gördükten sonra, buna karar verdim.
İnsan iradesinin, inancından sonra gelmesi ile inancının iradesinden sonra gelmesi arasındaki fark da, ne büyüktür! Yükselme ve alçalma, ilerleme ve gerileme yönünden onların arasındaki fark da ne büyüktür!...
Söylediğimiz şeylerin bedahetine ve delillerinin açıklığına rağmen, yine de şöyle diyen birtakım insanlar bulunmaktadır-. Câhiliyye dönemi, bi'setten önce, hakikata giden yolda uyanmaya başlamıştı. Arap düşüncesi de, şirkin, puta tapıcılığın ve bunlara bağlı bir kısım câhiliyyet hurafelerinin bertaraf edilmesi yönünde gelişme gösteriyordu. Bu uyanış ve gelişmenin zirvesi, Hz. Muhammed'in bi'seti ve yepyeni da'veti ile kendini göstermiş oluyordu.
Bu iddianın anlamı şudur: Çâhiliyyet tarihi, zamanın uzaması, asırların geçmesi ile tevhit hakikatine ve hidâyet nuruna doğru açılıp, genişliyordu. Yâni Araplar, Hz. İbrahim döneminden her ne kadar uzaklaştılarsa da ve aralarına asırlar girmiş ise de, onların Hz. İbrahim'in prensip ve da'vetine doğru yakınlıkları artmıştı. Hattâ bu yakınlık, Hz. Muhammed'in bi'setinin başlangıcında son sınırına varmış oldu.
Acaba tarih böyle mi açıklıyor? Yoksa anlamı gayet açık, bir «elifba» mantığı basitliği içinde, tamamen bunun aksini mi söylüyor?
Her araştırmacı ve her mütefekkir bilir ki; Resulullah'ın gönderildiği dönem, çâhiliyyet dönemleri arasında Hz. Muhammed (s. a.v.)'in hidâyetine en uzak dönemdir. Hz. Muhammed'in bi'seti zamanında Hanîfliğin prensip ve yol gösterici mahiyette olan izlerinden Araplarda bulunan en eski âdetler; putlardan nefret ve onlara tapmaktan uzak kalma, (İslâm'ın da kabullendiği bir kısım değer ve faziletle doğru yönelme şeklinde bir pırıltı halinde kendini temsil ettiren bu Haniflik kalıntıları), Araplarda birkaç asır önce de bulunan bu âdetlerin onda birine bile ulaşamaz. Bu kişiler, nübüvvetin ve bi'setin anlamını böyle düşündüklerine göre; risâletin, Hz. Peygamber'in bi'setinin başladığı dönemden çok daha önceki asırlar ve nesillere gönderilmiş olması gerekirdi.
Diğer bir grup insana gelince; şunu söylemek çok hoşlarına gidiyor: Hz. Muhammed, Araplarca bilinen örf ve âdetlerin, törenlerin ve gaybî inançların çoğunu ortadan kaldıramayınca; kızıp, onların tümüne, diyanet elbisesini giydirdi ve bunları ilâhî tekliflermiş gibi ortaya çıkardı. Başka bir deyişle: Hz. Muhammed, Araplardaki gaybî inançlara bir murakabe (kontrol) eklemek için gelmişti. Bu murakabenin kıvamı, dilediğini yapan, istediğine kadir bir ilâh şahsiyetidir. Ama Araplar Kabe'yi tavaf etmek, onu takdis etmek, belirli tören ve âdetleri yerine getirmek gibi şeylere devam ettikleri gibi, cinlere, büyüye ve diğer benzeri inançlara, Müslümanlıktan son-ra da, inanmaya devam ettiler.
Bu kişiler, iddialarında iki varsayımdan hareket ediyorlar. Ama aynı anda, bu iki varsayımın isabetsizliğini düşünmek dahi istemiyorlar. Birinci varsayım: «Hz. Muhammed, peygamber değildir.» İkinci varsayım da şöyle: «Hz. İbrahim döneminden arta kalan şeyler, Arapların sadece, kendi icatları ve zaman içerisinde kendilerinden uydurdukları geleneklerdir. Kabe'ye hürmet, onu kutsal sayma gibi şeyler, Hz. İbrahim'in Allah'tan getirdiği şeriatın kalıntıları değil de Arap toplumunun ortaya çıkardığı şeylerdir.» Bunları yukarıda da söylemiştik. Bu varsayıma göre; Kabe'ye hürmet ve benzeri şeyler, Arap gelenek ve göreneklerinin bir neticesidir.
Bu varsayımları ileri sürenler, kendi varsayımlarının devamı ve korunması uğrunda; düşüncelerini geçersiz kılacak, sahteliklerini ortaya dökecek bir yığın apaçık tarihî olaylara ve kesin delillere gözlerini kapatıyorlar.
Şurası da bilinen bir gerçektir ki; bir araştırmacı yapacağı araştırmada, kafasındaki peşin fikirlerin tümünü atmadıkça; yapacağı çalışmanın kendisini gerçeğe götürmesi mümkün değildir. Yine bu tür bir araştırmanın abes ve gülünç olduğunu söylemeye lüzum yoktur.
Bundan dolayıdır ki; biz bir hakikate ulaşmaya gayret ediyorsak ve yalnızca hakikati gaye ediniyorsak ya da insanlara karşı yalan söylemek istemiyorsak; her aklî delili ve tarihî olayı ibret gözüyle ele alıp, değerlendirmemiz gerekir. Aksi halde, araştırmamızın durumu ve gerçekle ilgisi ne oranda olursa olsun; eğer biz, diğer in-sanları muayyen bir fikre sevk etmeyi amaç edinmişsek, taassup türünden bir araştırma yapmış oluruz.
Biz, her halükârda, Hz. Muhammed peygamber değildir» varsayımının, bize kabul ettirilme gayreti karşısında, vahyin zahirini, Kur'ân'ın mucize oluşunu; Hz. Muhammed'in da'veti ile geçmiş peygamberlerin da'veti arasındaki münâsebeti; Hz. Muhammed'in ahlâkını ve çeşitli özelliklerini; bir de nübüvvetine delâlet eden diğer hususları görmemezlikten gelemeyiz.
Nitekim yine, câhiliyyet döneminde «Hz. İbrahim dönemi kalıntıları» diye isimlendirdiğimiz şeylerin Arap düşüncesinin ortaya çıkardığı birtakım geleneklerden ibaret olduğu; Hz. Muhammed'in ise onlara sadece dini bir veçhe verdiği gibi iddiayı şöyle kolayca reddederiz: Hz. İbrahim'in Kâbe-i Şerifi, Allah'tan aldığı vahye dayanarak inşâ ettiğine dair tarihî metinler, Hz. İbrahim'den sonra bütün peygamberlerin Allah'ın birliği esasına iman; haşir, ceza, cennet ve cehennem gibi gaybî hakikatlere çağırdıklarını isbat eden eski semavi kitaplar. Geçmiş bütün nesillerin her devirdeki tarihî şehadeti... Öyle iddiaları bir nefeste çürütür.
Böyle bir iddiadan çok hoşlanan insanların; bu iddialarının ne başında, ne de sonunda herhangi bir burhan veya ne türden olursa olsun herhangi bir delil ileri süremediklerini bilmek gerek. Bu tür iddialar sadece birtakım kimselerin hayallerinden icat ettikleri ve sürekli tekrarladıkları .sözlerden ibarettir.
Belki bunlara benden bir örnek isteyen olabilir. Biz de bir örnek verelim: İngiliz Şarkiyatçısı Dr. Gibb'in «Dini Fikrin Yapısı» adlı kitabı okunursa onda, kör taassubun bu insanlara neler yaptırdığı görülebilir. Bu öyle bir taassub ki, sahibini, kendisine boyun eğdirmek için saf hakikatler ve kesin deliller karşısında aptal davranmaya ve hattâ faziletinin dayanaklarından sıyrılmaya sevkeder:
Gibb'in görüşüne göre; «İslâm'da, dini fikrin kuruluşu ancak Araplarda bulunan gaybî fikirler ve akidelere dayanır. Gibb'e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) o fikir ve akideler hususunda düşünüp taşındı; değiştirilmesi mümkün olanlarını değiştirdi. Sonra tasfiyesi mümkün olmayan geri kalanlara yöneldi. Onlara da din ve İslâm kisvesini giydirdi. Daha sonra da onu fikirlerden ve uygun dinî sahnelerden bir programla desteklemeyi unutmadı. Burada onun karşısına, büyük bir problem dikildi. Bu da, onun, dini yalnız Araplara değil bütün milletlere ve insanlığa göre kurmak istemesinden kaynaklanıyordu. Buna göre de o, bu hayatı Kur'an programı dahilinde te'sis etmiş oldu.
Dr. Gibb'in kitapdaki fikirlerinin özeti işte budur. Baştan sona kadar bu düşünceleri okununca, söylediklerinden hiçbir şeye bir tane delil bile ileri sürdüğüne rastlanamaz. Bunları dikkatle okuyunca, adamın âdeta; yazmak için oturduğu mekânda aklî melekelerini tamamen kovarak, onların yerine vehim ve hayallerini koymuş olduğundan; hüküm verdiği ve açıkladığı her konuyu vehim ve hayaller, üzerine kurduğundan asla şüpheye düşülmez.
Arapça tercümesinin önsözünü yazarken de; okuyucuların, İslâm'ı tahkir için uydurduğu bu abuk sabuk fikirlerini nasıl alaya alacaklarını düşündüğü ortadadır ki, hemen özür dileme yoluna gitmiştir.
Şu sözüyle özür dilemeye başlar: Bu bölümlerin üzerine kurulduğu fikirler, bu müellifin zihninin mahsulü değildir. Bilâkis bu fikirlerde öncülük eden ve yol gösteren, mütefekkirlerden ve İslam’ın ileri gelen şahsiyetlerinden bir gruptur. Onları burada saymak uzar. Örnek olarak onlardan birini zikretmekle yetineceğim. O kişi de, Şah Veliyyullah ed-Dehlevî'dir».
Daha sonra, Şah Veliyyullah'ın «Hüccetullahilbâliğa» kitabından, s. 122'ye ait bir metni nakleder. Dr. Gibb'in okuyuculardan herhangi birinin kitaba başvurma ve alınan metnin kitapta olup olmadığını araştırma zahmetine katlanmayacağından çok emin olduğu aşikârdır. Bunun için de gönlünün istediği şeyi Şah Veliyyullah ed-Dehlevî'nin lisanı üzerine tahrif etmiş, maksadını ters yüz edip, mânâsını değiştirmekle benzer gördüğü şeyleri aşırmış. Hattâ bununla, onun işlemediği hatâyı ona yüklemiş ve kendi görüşleriyle onu konuşturmuş.
Aslından alıntı yaptığı metin aşağıdadır: «Hakikaten Hz. Muhammed (s.a.v.), diğer bir şeriatı da içine alan bir şeriatla gönderilmiştir. Birincisi sadece Hz. İsmail evlâdına gönderilen şeriattır. Bu şeriat, Araplardaki ibâdetlerin, bir kısım geleneklerin ve toplum değerlerinin, onun şeriatının kaynağı olmasını gerekli kılar. Çünkü şeriat, Araplarda var olan şeyleri ıslah etmek için gelmiştir. Yoksa bilmedikleri şeyleri onlara yüklemek için gelmemiştir.
Dr. Gibb'in, anlamını tersyüz etmek için «Hüccetullahilbâliğa» kitabından alıntı yaptığı cümlelerin asıl metnini aşağıya alıyoruz:
«Bil ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Hanîfliğin eğriliklerini düzeltmek, değiştirilmiş olan yönlerini gidermek ve onun nurunu yaymak için Hz. İsmail'in şeriatı, «Hanîflik» ile gönderilmiştir. Bu durum Cenâb-ı Hakk'ın: «... Babanız İbrahim'in dini... » âyeti ile belirtilmiştir.
Durum böyle olunca, bu dinin aslının, İslâm ilkeleri olduğu da kesinlik kazanmış olur. Çünkü Hz. Muhammed kavmine gönderildiği zaman, onların arasında doğru yolun izleri bulunmaktaydı. Buna göre de, onları değiştirmenin ve asıllarını bozmanın bir anlamı yoktur. Bilâkis, onları kesinleştirmek gerekirdi. Çünkü bu durum onların gönüllerine daha yatkın, onlara delil getirme bakımından daha sağlam olurdu. Hz. İsmail'in çocukları babaları İsmail (a.s.)'in yolunu miras olarak sürdürüyorlardı. Onlar, Amr bin Lühayy'ı tanıyıncaya kadar bu şeriat üzerinde idiler. Ne zaman ki, Amr bin Lü-hayy o şeriatın içine kendi sapık düşüncelerini soktu, işte o zaman kendisi saptığı gibi onları da saptırdı. İlk defa o, putlara tapmaya Şaibe ve Bahire adağını icat etmeye başladı. Böylece o, Hak dini bozdu ve doğru yolu ile yanlışı birbirine karıştırdı. Cehalet, şirk ve küfür Araplarda galip gelince, bunun üzerine de Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, onların eğri yönlerini düzeltmek ve bozduklarını ıslah etmek için peygamber olarak gönderdi. Hz. Peygamber de onların yaşadığı şeriata baktı. Hz. İsmail'in yoluna ve Allah'ın vahyine uygun olanlarım aynen bıraktı, onların bozuk ve değiştirilmiş olanlarını veya şirk ve küfür işareti olanlarını kaldırdı ve bâtıl olduklarım açıkça ilân etti.
Şüphe yoktur ki, bu gibi «Araştırmacının tahrifini ve yaptığı şeyleri burada biz münakaşa ve münazara için anlatmıyoruz. Çünkü böyle lüzumsuz sözleri açığa çıkarmak ve boş yere münakaşa etmek abes şeylerden sayılır. Fakat biz, okuyucunun; Batılı bilginlerin araştırma programlarından ve konularıyla ilgili şeylerden, avuçlarını doldurarak bahseden bir kısım, yerli bilgiçleri tanımasını, aşağılık kör taklitçiliğin bazı Müslümanlara neler yaptırdığım bilmesini arzu ettiğimiz gibi, kör taassubun sahibine de neler yaptırdığını bilmesini te'min için sözü buraya getirdik.
Bu durumda okuyucu, Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte gönderilmiş bulunan Haniflik dini ile câhiliyyet dönemi arasındaki alâkayı iyice kavradığı gibi, İslâm'ın zuhurundan önce Araplar nezdinde geçerli olan câhiliyyet düşüncesi ile İslâm dini arasındaki alâkanın hakikatini da anlamış oldu.
Resûlullah'ın Araplar nezdinde geçerli olan prensip ve âdetlerden birçoğunu kabul edip, diğerlerini kaldırdığı ve onlara her yolu kapama kararını verişindeki sebep kendiliğinden açıklığa kavuşmuş oldu.
Bu bölümle biz, Siret-i Nebeviyye'nin cevherini, onun fıkhı ile öğütlerinin istinbatını araştırırken, öncelikle, gerekli olan bu mukaddimeleri sunmakla son vermiş olalım.
Okuyucu, gelecek konular arasında, bu açıkladıklarımızı, daha iyi görecek, hakikatin ortaya çıkmasını ve aydınlanmasını sağlayacak olan delilleri fazlasıyla bulacaktır.