Resulullah'ın Şam'a ilk yolculuğu

Resûi-i Ekrem (s.a.v.) on iki yaşını tamamladığı vakit amcası Ebû Tâlib bir ticaret kervanının başında Şam'a doğru hareket etmişti. Bu yolculukta Ebû Tâlib yeğenini de yanına almıştı. Kervan «Busra» denilen kasabada konaklayınca, burada Bahira denilen bir rahibe uğradılar. Rahip Bahira, İncil'i bilen, Hristiyanlığın Önemli hususlarından haberi olan, bir kişiydi. Rahip Bahira, Hz. Peygamber (s.a.v.)i burada gördü. Onun hakkında düşünmeye ve onunla konuşmaya başladı. Sonra rahip, Ebû Tâlib'e döndü ve ona şöyle dedi.

- Bu çocuk senin sulbünden midir? Ebû Tâlib de:

- Oğlumdur, dedi. (Ebû Tâlib, yeğenini çok sevdiğinden ve ona olan şefkatinden dolayı, oğlu olarak çağırıyordu.) Bunun üzerine Bahira, Ebû Tâlib'e:

- O senin oğlun değildir. Bu çocuğun babası yaşıyor olmamalı, dedi. Ebû Tâlib de:

- Evet, ben onun amcasıyım. Bahira:

- Babası ne oldu? diye tekrar sordu. Ebû Tâlib:

- Annesi ona hâmile iken babası öldü, dedi. Bu sefer Bahira:

- Doğru söyledin. Onu hemen memleketine geri çevir. Yahudilerin ona zarar vermelerinden sakın. Vallahi, onlar bu çocuğu burada görecek olurlarsa, muhakkak ona zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü yeğeninde çok büyük bir hâl ve şan vardır dedi Bu sözler üzerine, Ebû Tâlib onunla birlikte Mekke'ye dönmeye acele etti.

Sonra Resûlullah (s.a.v.) hayatının gençlik dönemini yaşamaya başladı. Geçimini sağlamak için çalışmaya koyuldu. Koyun gütmekle meşgul oluyordu. Daha sonra Resûlullah kendinden bahsederken, Buhâri'nin rivayetine göre: «Ben Mekke'de koyun gütmüştüm» buyurduydu. Yüce Allah, Hz. Peygamber'i, bazı gençlerin yöneldiği oyun, eğlence ve boş yerlerden korudu. Aleyhissalâtü Vesselam kendi hayatını anlatırken şöyle buyurmuştur:

«Ben câhiliyyet devri insanlarının işledikleri bir şeyi, iki defa işlemeye teşebbüs etmiş idiysem de, Allah benimle işlemek istediğim şey arasına girip, beni ondan alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.

Teşebbüs ettiğim şeye gelince: Bir gece, Mekke'nin yukarı taraflarında Kureyş'ten bir gençle birlikte kendi koyunlarımızı otlatıyordum. Ben o gence: «Eğer koyunuma bakarsan, ben de diğer gençler gibi, Mekke'ye gidip gece masalları toplantılarına katılayım» dedim. Arkadaşım: «Olur, istediğini yap» dedi. Ben bu arzumu yerine getirmek üzere yola çıktım. Mekke'nin evlerinden ilk evin yanına geldiğim zaman, çalgı sesleri işittim. «Bu nedir?» diye sorunca; «Falanın oğlu, falanın kızı ile evleniyor» dediler. Hemen oturup dinlemeye başladım. Bu esnada Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakalmışım. Beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırdı. Hemen dönüp, arkadaşımın yanına geldim. Bana ne yaptığımı sordu. Ben de, ona başımdan geçenleri anlattım. Sonra yine başka bir gece arkadaşıma aynı şekilde ricada bulundum. O da, bu ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde; şu geçen geceki şeyler aynen başıma geldi Bundan sonra, bir daha da hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim».

İbretler Ve Öğütler

Rahip Bahira'nın, Peygamberimizin durumundan haber vermesi -bu haber, bütün siret âlimleri ve ravîlerinin rivayet ettiği bir hadistir. Ayrıca onu, Tirmizi, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den uzunca bir şekilde rivayet etmiştir. Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i kitabın, Peygamberimizin bi'seti ve alâmetleri konusunda bilgileri bulunduğuna işaret etmektedir. Bu bilgiler, Tevrat ve İncil'de, onun bi'seti ile ilgili delil ve evsafı konusunda gelen haberler vasıtasıyla elde edilmiştir. Buna işaretler çok ve yaygındır.

Siret âlimlerinin rivayet ettiklerinden biri de şudur:

Yahudiler, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinden önce, Evs ve Hazrec kabilelerine karşı, ondan yardım umuyor ve şöyle diyorlardı: «Gerçekten, yakında bir peygamber gelecek, biz ona tâbi olacağız ve onunla birlikte sizi, Âd ve İrem kavimleri gibi öldüreceğiz. Yahudiler gelecek peygambere tâbi olacaklarına dair verdikleri sözü tutmayınca, Allah (c.c.) bu konuda şu âyeti indirdi : «Vaktaki, onlara Allah katından, beraberlerindekini tasdik eden Kur'an geldi. Halbuki Kur'an gelmeden önce o müşriklere karşı yardım istiyorlardı. İşte o bildikleri peyganıber onlara gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirler üzerine olsun. (Bakara:146)

Kurtubî ve başkaları şunu rivayet ediyorlar:

Allah Teâlâ'nın, -Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Resulü, öz oğullarım tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakikati bile bile gizlerler (En’âm:20) âyet-i kerimesi inince, Hz. Ömer bin el-Hattab (r.a.) daha önce ehli kitaptan iken sonradan Müslüman olmuş Abdullah bin Selâm'a: «Sen oğlunu tanıdığın gibi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i tanır mısın?» diye sormuştu. O da: «Evet, bel-ki daha çok. Allah gökteki eminini (Cebrail) yerdeki eminine (önceki peygamberlere) onun sıfatı (onu tanıtacak vasıflar) ile gönderdi. Buna göre, ben de onu tanıdım…» diyerek cevap verdi. Selmân-ı Fârisî'nin Müslümanlığı kabul edişinin sebebi de, Hz. Peygamber'in geliş haberini ve vasıflarını İncil'den, Ruhbanlardan ve ehl-i kitap âlimlerinden araştırması olmuştu.

Ehl-i kitaptan birçoklarının bu bilgiyi inkâr etmeleri ve elde bulunan İncil'lerde, Resûlullah (s.a.v.)'in adına işaret olunmayışı buna tezat teşkil etmez. Çünkü, bu kitaplar üzerinde tebdil ve tahrif açıkça bilinmektedir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurarak, bunu doğrulamaktadır: «Onların bir kısmının okuma-yazması yoktu. Kitabı bilmezlerdi. Bildikleri sadece birtakım yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler. Vay, kitabı (Tevrat) elleriyle yazıp sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay, ellerinin yazdıklarından dolayı başlarına geleceklere! Vay kazandıklarına. (Bakara:78-79)

Daha önce Resûlullah'ın etrafını kuşatan ilâhî ikramı; onun gelişiyle, Halîme'nin evinde meydana gelen bereketi görmüş olduğumuza göre; rızkını ve geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık etmesinde, Yüce Allah'ın seçkin kulları için dünyada beğendiği hayatın türüne işaret eden, büyük öneme haiz delâletler vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.) daha hayatının başlangıcında iken; ona refah yollarını açmak ve onu, çalışıp çabalamaya, yorulmaya ve rızık peşinde koşarak koyun gütmeye ihtiyaç duyurmayacak biçimde sebeplerini hazırlamak, ilâhî kudret için pek kolay gelirdi. Fakat Hikmet-i İlâhî bizden; insanın malının en hayırlısı kendi elinin emeğiyle, kendi toplumu ve hemcinslerinin çocuklarına sunduğu hizmetine karşılık kazandığı şeyler, malın en şerlisi de; kendisi sırtının üstüne yattığı halde, uğrunda herhangi bir yorgunluk görmeden, topluma herhangi bir fayda sağlamadan, elde ettiği şeyler olduğunu bilmemizi istiyor.

Sonra bir davetin sahibi, kazancını ve geçimini davetine veya halkın verdiği bağış ve hediyelere bağladığı sürece; dâvasının, halkın arasında herhangi bir kıymeti olmayacaktır. İslâm Daveti'nin önderi Hz. Muhammed (s.a.v.) insanların en bağımsız ve hür olanıydı. Zira o, geçimini şahsi gayretine veya bağış kabul etmeyen şerefli bir kaynağa dayamıştı ki, kimseye minnet borcu olmasın veya hakkı haykırmasına engel olacak dünya malı bulunmasın.

Resûlullah bu dönemde bu tür bir düşünceyi aklından geçirmemiş olsa da -ki o, ilâhî davet ve risâlet işinin kendisine verileceğini bilmiyordu - Yüce Allah'ın kendisine hazırladığı bu yol, böyle bir hikmeti ihtiva ediyor. Ve bu yol, şunu da açıklıyor: Yüce Allah, Resûlü'nün bi'setinden sonra onun davetine olumsuz bir etkide bulunacak şeylerin olmamasını murad etmiştir.

Resûlullah kendinden bahsederken, Yüce Allah'ın, kendisini, çocukluğundan beri, her türlü kötülüklerden koruduğunu haber vermesi; her biri büyük önem taşıyan iki hakikati bize açıklıyor:

Birinci Hakikat: Resûlullah (s.a.v.), insanî özelliklerin tümüyle donatılmıştı. Yâni o da, her genç gibi, Yüce Allah'ın insanı, üze-rinde yaratmış olduğu fıtrî temayüllerin birçoğunu kendinde buluyordu. O, eğlence ve gece sohbetinin anlamını idrak ediyor, bundaki lezzeti duyuyordu. Nefsi de onu diğerlerinin hoşlandığı ve zevk aldığı şeylerden yararlanmaya zorluyordu.

İkinci Hakikat: Bununla beraber, Allah Teâlâ, Resûlü'nü her türlü sapıklık ve ahlâksızlıktan, davetiyle bağdaşmayacak davra-nışlardan korumuştu. Hatta o, nefsi arzularına boyun eğmekten, kendisini koruyacak bir şeriata veya vahy-i ilâhîye mazhar olmadan önce; diğer gizli bir koruyucu buluyor, ilâhî kaderin; İslâm şeriatını yaymak, güzel ahlâkı tamamlamak için yetiştirdiği kimseye yakışmayacak nefsani arzular ile peygamberin arasına girer bu gizli koruyucu.

Bu iki gerçeğin Resûlullah'ta bulunması, açıkça şuna işaret eder: Terbiye ve yönlendirme gibi basit vasıta ve sebepler olmadan; özel bir inâyet-i Rabbani, Resûlullah'ın elinden tutar ve yürütür. Etrafında bulunan komşuları, soydaşları ve ailesi doğru yoldan sapmış ve bu yoldan habersiz iken; onu şu doğru yola sevk edecek kim var?.

Şüphesiz ki, Allah'ın ona gençlik döneminde bile, câhiliyye karanlığını yırtacak nurlu bir yol çizmesinde lütfettiği bu özel himaye, onun peygamberlik için nasıl hazırlandığının delili, aynı zamanda, hayatında takip ettiği fikrî, ahlakî ve hissi tutum ve şahsiyetinin de temeli olan peygamberliğinin en büyük ispatıdır.

En büyük Sevgilinin (s.a.v.) nefsini; şehvetten ve arzularını tatmine zorlayıcı güdülerden arındırmış olarak dünyaya getirmek, Yüce Yaratıcı'ya göre çok kolay bir işti. O zaman da; Mekke'ye inip halkın eğlendiği evleri bulmak için koyunlarını arkadaşına bırakmaya sevk edecek bir motivi kendinde bulamayacaktı. Ne var ki bu husus; onun ruhî yapısındaki bozuklukların çokluğuna delâlet etmez. Halbuki her asırda ve her millette örnekleri görülen bir vakıadır bu. O halde:

Resûlullah'ın tabiatındaki motivlerin varlığına rağmen, ona uygunsuz işlerde engel olan gizli yardımın delâletleri böyle değildir. Ancak Yüce Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili ilâhî yardımı, insanlara açıklamak istedi ki; onun risâletine inanmak kolaylaşsın ve kafalarından, doğruluğu konusundaki şüphe belirtileri uzaklaşsın.