İbretler Ve Öğütler
Resûlullah (s.a.v.)'ın Taif’e hicretini, bu hicret esnasında gördüğü işkence ve eziyetleri, sonra Mekke'ye geri dönüş şeklini aklımızdan geçirince, şu hikmetleri aşağıya şöylece özetlememiz mümkündür :
Birinci Hikmet: Resûlullah'ın karşılaştığı çeşitli sıkıntılar, hele özellikle Tâif’e gidişinde karşılaştığı eziyetler, ancak insanlara yapılan tebliğ faaliyetlerinin neticesinde doğmuştur.
Resûlullah (s.a.v.) bize kâinat ve yaratıcı hakkındaki doğru inancı, ibâdet, ahlâk ve muamelât hükümlerini tebliğ ettiği gibi, aynı şekilde, Yüce Allah'ın Müslümanlara verdiği sabır ödevini tebliğ etmek ve yine Yüce Allah'ın şu âyetinde: «Ey îman edenler! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun.» diye emir buyurduğu sabrın ve sabır yarışının uygulama keyfiyetini açıklamak için geldi.
Hz. Peygamber (s.a.v.): -Namazlarınızı benim kıldığım gibi kılınız» ve yine: «Haccın ibâdet şekillerini (şartlarını ve rükünlerini) benden alınız» buyurarak, ibâdetlerin uygulama yolunu bizlere öğretti. Aynı şekilde, sabrın ve musibetlere karşı direnmenin, bütün insanlara gönderilen İslâm prensiplerinin en önemlilerinden olduğunu da açıkladı.
Peygamber Efendimiz'in Taife gidişinin dış yüzüne bakıp belki şu zanna kapılanlar olabilir: Hz. Muhammed (s.a.v.) burada, işinde başarısızlığa uğradı ve canı sıkıldı. Belki de kendisine toslayan bu meşakkat ve sıkıntıları göz önünde büyüttü. Bunun için de Rebia'nın iki oğlunun bağında dinlendikten sonra yukarıda metnini verdiğimiz o iltica ve dua ile Allah'a yöneldi.
Fakat gerçek odur ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sıkıntıları rızâ ile karşılamıştı. O bu sıkıntıları, sabırla ve ecrini Allah'tan bekleyerek çekiyordu. Bu olmamış olsaydı şüphesiz ki, o kendi imkânıyla isteseydi kendisine işkence yapan ipsiz sapsızlardan ve bu ipsizleri kendisinin üzerine kışkırtan ve tekliflerini küstahça reddeden Tâif liderlerinden intikam alabilirdi. Fakat o, bunu asla istemedi.
Buhârî ve Müslim'in Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ettikleri şu hadîs buna delildir:
Hz. Âişe, Resûlullah'a «— Yâ Resûlâllah! Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi? diye sordu. Resûlullah:
- (Yâ Âişe!) Kavmim Kureyş'ten gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım müşkil durum hepsinden zorlu idi. Ben Kureyş'ten gördüğüm eziyet üzerine Taife gidip, hayatımın korunmasını Abd-i Külâl'ın oğlu, İbn-i Abd-i Yâlil'e teklif ettiğim zaman, dileğime cevap vermemişti. Ben de kederli ve şaşkın bir halde Mekke'ye dönmüştüm. Bu düşünceli halim Karn-ı Sealib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp, semaya baktığımda bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Buluta dikkatle baktığım vakit içinde Cibril bulunduğunu gördüm. Cibril bana nida edip:
- Aziz ve Celil olan Allah, kavminin senin hakkında dediklerini muhakkak işitti. Seni korumayı reddettiklerini de duydu. Allah sana şu Dağlar Meleğini gönderdi. Bu meleğe kavmin hakkında ne dilersen emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine Dağlar Meleği (yâni dağlar kendi emrine verilen melek) bana nida edip, selâm verdi, sonra:
- Yâ Muhammed! Şüphesiz Allah, kavminin sana söylediği sözü işitmiştir. Ben Dağlar Meleğiyim. Senin Rabbin, kavmin hakkında istediğin işini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Binaenaleyh onları ne yapmamı istersin? Eğer şu iki yalçın dağı (Ebû Kubeys dağı ile karşısındaki Kayakan dağını) Mekkeliler üzerine birbirine kapatıvermemi istersen, (emret, onları birbirine kavuşturuvereyim, dedi). Resûlullah da ona:
- Hayır, ben Allah'ın bu müşriklerin sulblerinden yalnız Allah'a ibâdet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak kılmayan (muvahhid) bir nesil meydana çıkarmasını temenni ederim, dedi.»
O haliyle Resûlullah (s.a.v.), kendinden sonraki ümmetine ve ashabına sabrı öğretiyordu. Hatta, Allah yolunda karşılaşılan sıkıntılara ve hoşa gitmeyen şeylere karşı sabrın nasıl olacağını bizzat öğretiyordu.
Bazen şöyle diyen birileri bulunabilir: Şikâyet dolu bir dua ile sesinin yükselmesindeki anlam nedir? Sözleri ve üslûbu usanç ve sıkıntıya delâlet eden duanın anlamı nedir? Bu usanç ve sıkıntılar, azap ve işkenceden başka bir netice vermeyen uzun çabalardan dolayı gelmişti.
Bu soruların cevabı şudur: Gerçekten içte bulunan dertleri Allah'a açmak kulluk görevidir. O'na boyun eğme ve kapısında hiçliğini belirtmedir. Allah'a yaklaşma ve O'na itaattir. Musibetlerin ve sıkıntıların birçok hikmetleri vardır. Onların en önemlilerinden biri de kişiyi Allah'ın hoşa gitmeyen şeylere sabırla, dertleri Allah'a açma arasında herhangi bir aykırılık yoktur. Aksine gerçek şudur ki, Resûlullah (s.a.v.) kendi hayatıyla bize iki hususu öğretiyordu. Birincisi, meşakkatlere karşı sabrıyla: Bize bunun, genel olarak Müslümanların, özel olarak da İslâm davetçilerinin bir ödevi olduğunu öğretiyordu, ikincisi de, uzun yakarışı ve Allah'a olan ilticasıyla bize kulluk vazifesini ve onun gereklerini öğretiyordu.
İnsan beşer olduğuna göre, ne kadar yükselme yarışıa girerse girsin, yine de, o her halükârda beşeriyet dairesini aşamaz. Beşer yâni insan fıtrat-ı aslîsinde ihsas ve şuur (hissetme ve sezme kabiliyeti) üzerine yaratılmıştır. Nimetin lezzetini, işkencenin acısını duymak. İnsan birincisine, yâni lezzete meyletmek, ikincisinden, yâni elemden korkmak duygusu üzere yaratılmıştır.
Bu demek oluyor ki, Resûlullah, Rabbinin yolunda her türlü azap ve sıkıntıyı kabullenmek için nefsini alıştırmış iken, yine de o bütün bunlarla birlikte bir beşerdir. Sıkıntıdan acı, nimetten mutluluk duyuyor.
Fakat bununla beraber Resûlullah, Rabbinin rızâsını kazanmak, kendi üzerine düşen kulluk borcunu ödemek için; elemleri ne olursa olsun sıkıntıyı, lezzetine rağmen, nimetlere ve refaha tercih ediyor. Şüphesiz, sevap kazanmanın ve insana ait teklifin mânâsının ortaya çıkmasının sebebi budur.
İkinci Hikmet: Resûlullah (s.a.v.)'ın kavmiyle birlikte yaşadığı olayları düşündüğümüz zaman, bu olaylardaki eza ve cefanın bazen çok katı olduğunu görüyoruz. Ancak bu olayların tümünde de Resûlullah'ı teselli etmek ve derdine ortak olmak için; ayrıca, nefsinde elem ve sıkıntıların etkisiyle onu umutsuzluğa sokacak şeylerin doğmaması için; bu eziyetlere ve bu işkencelerin sonuçlarına karşı ilâhî bir cevap niteliğini taşıyan lütufları görmekteyiz:
Resûlullah’ın Taife hicret sahnesinde ve o hicrette, görevi yerine getirememenin verdiği azapla birlikte, işkencecilerin yönelttikleri hakaret sahnesinde, arkasından koşan ve ona eziyet eden bu kişilerin akılsızlıklarına karşı açık bir şekilde ilâhî bir protesto görüyoruz. Onların kabalıklarından ve akılsızca yaptıkları işlerden dolayı Resûlullah’tan özür dilediğini görüyoruz. Bu protesto ile özür dileme durumunu daha çok elinde üzüm salkımı bulunan bir tabak olduğu halde, Resûlullah'a doğru koşarak gelen ve sonunda elini yüzünü ve ayaklarını öpmeye başlayan Hristiyan köle Addas'ın ortaya çıkışında görmekteyiz. Addas bu davranışlarını Resûlullah'ın bir peygamber olduğunu haber alınca yapmaya başlamıştı.
Şu akılsızların incitmelerinden dolayı, Resûlullah'tan özür dileme tablosunu tasvir etmek için, olayı zikrettikten sonra Mustafa Sadık er-Rafii (rahimehullah) 'nin şu sözlerini nakletmemiz bize yeter:
«Bu olayda kaderin sembolleri ne kadar da şaşırtıcı!
Hayır, iyilik ve yücelik çabucak geliverdi ve şerri beyinsizliği ve düşüncesizliği protesto ile karşıladı. Düşmanlık dolu kelimelerden sonra güzel sözler geldi.
Rebia'nın oğlu da, hem İslâm düşmanlarının en amansızlarından, hem de Kureyş'in ileri gelenlerinden ve Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'e gidip, Ebû Tâlib'in ondan elini çekmesini, kendileriyle Peygamberimizin arasına girmemesini, veya iki gruptan biri helak oluncaya kadar onunla savaşacaklarını söyleyenler arasında bulunanlardandı. Bu duruma göre vahşi karakter, bu dinin getirmiş olduğu insani mânâsına dönüştü. Çünkü dinin geleceği fikir olacaktır.
Hristiyanlık İslâm ile kucaklaşmaya ve onu üstün kabul etmeye geldi. Çünkü kardeşin kardeşten yana olduğu gibi, sahih din de sahih dinden yanadır. Ancak kardeşliğin akrabalık bağı kan, dinin akrabalık bağı ise imandır, akıldır.
Sonra kader, bu olayda kendi sembolünü halâvet dolu bir üzüm salkımı ile bütünleştirdi. Bismillah ile üzüm salkımından koparmakta, her çekirdeğinde bir ülke gizlenmiş olan çekirdek dolu koca İslâm salkımına âit bir sembol idi». (M. Sadık er-Rafii, Vahyü'l-Kelâm: c. 2, s. 30.)
Üçüncü Hikmet: Zeyd bin Hârise'nin, ipsiz sapsızların attığı taçlardan Resûlullah'ı korumak için kendi vücudunu siper etmesi, hatta başından birkaç da yara alması, İslâm davetçilerinin dâva liderleri karşısındaki durumlarına güzel örnektir. Bir Müslüman, hayatını feda etmeyi dahi gerektirirse, kendi liderlerini korumak ve savunmak için böyle yapmalıdır.
Sahâbe-i Kirâm'ın durumu, Resûlullah'ı koruma hususunda işte böyle idi. Şu an Resûlullah aramızda bulunmadığına göre, ona ashabının koruduğu tarzda davranmamız mümkün olmaz. Çünkü bugün savunma başka tarzda gerçekleşiyor. O da şudur: İslâm dâvası uğrunda işkence ve sıkıntılardan çekinmememiz gerekir. Resûlullah (s.a.v.)'ın yüklendiği meşakkat ve gayretten kendi hissemize düşeni almamız gerekir.
Aynı şekilde, her asırda ve her zamanda İslâm dâvası için Re-sûlullah'ın komutasına halef olan kişilerin bulunması gerektiğine göre, bütün Müslümanların da o komutanın etrafında samimî bir ordu oluşturmaları ve Resûlullah aralarındaymış gibi, mallarını ve canlarını o komutanların yolunda feda etmeleri gerekir.
Dördüncü Hikmet: Resûlullah (s.a.v.) Nahle mevkiinde, geceleyin namaz kılarken, cinlerden bir topluluğun onu dinlemek istemelerini bize nakleden İbn İshâk'ın bu rivayeti, cinlerin varlığına ve onların da mükellef olduklarına, yine onlardan Allah'a ve Resûlü'ne inananlar olduğu gibi, inanmayan ve kâfir olanlar bulunduğuna delil teşkil etmektedir.
Bu delâlet, Ahkaf sûresinde: «Hani biz cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlesinler diye, sana doğru çevirmiştik..» âyetinde «Ve sizi elem verici bir azaptan kurtarsın» âyetine kadar olan âyetlerle, Cin süresindeki âyetlerin açık bir şekilde bahsetmesiyle kesinlik derecesine ulaşmıştır.
Ayrıca, İbn İshâk ile İbn Hişâm'ın Siret'inde rivâyet ettiği bu olayı, Buhâri, Müslim ve Tirmizî'nin de buna yakın bir şekilde ve daha açıklamalı olarak rivayet ettiklerini bilelim.
Buhârî'nin İbn Abbâs (r.a.)'dan sahih bir senetle rivayet ettiği hadis şudur:
«Resûlullah (s.a.v.), Ashâb-ı Kirâm'dan bir grupla birlikte, Sûk-ı Ukaz'a doğru yürüyorlardı. O vakit şeytanların gökten haber almaları önlenmiş ve üstlerine akan yıldızlar gönderilmişti. Şeytanlar kendi gruplarına döndüklerinde kendilerine: «Ne oluyor size? Artık haber alamıyorsunuz?» dediler. Onlar da: «Bizimle gök haberinin arasına sed çekildi ve üstümüze akan yıldızlar gönderildi» dediler. Şeytanlar kendi aralarında şöyle konuştular: «Bizimle gök haberi arasına mutlaka bir hâdise yüzünden sed çekilmiştir. Yeryüzünün doğularını ve batılarını, her tarafını dolaşınız ve sizinle gök haberi arasında sed çeken bu şeyin ne olduğunu keşfediniz.» Onlar da yeryüzünün doğularını ve batılarını dolaşmaya koyuldular. Kendileriyle gök haberinin arasına sed çeken bu şeyin ne olduğunu arayacaklardı. Şeytanların Tihâme mevkiine yönelen takımda Ukaz panayırına gitmek üzere Nahle'de bulunan Resûlullah'a rastladılar. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ashabına sabah namazını kıldırmakta idi. Kur'ân'ı işitince kulak verdiler ve: «Vallahi» dediler. «Seninle gök haberi arasına giren şey işte budur». Sonra oradan kendi kavimlerine döndüler ve: «Ey kavmimiz!» dediler, «Biz, doğru yolu gösteren ilginç bir Kur'an dinledik ve ona iman ettik. Artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.» Bunun üzerine, Allah (c.c), Peygamberine: «De ki, bana vahyolundu ki, cinlerden birtakım kimseler (okuduğum Kur'an'ı) dinledi.» âyetlerini indirdi. Resûl-i Ekrem'e yalnız cinlerin sözü vahyedilmiştir. (Buhari, 6/73.)
Bu, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettiği ile ittifak halindedir. Yalnız, Müslim ve Tirmizî bu hadîsin baş tarafına: «Resûlullah cinlere Kur'an'dan bir şey okumadı ve onları da görmedi» cümlesini fazladan olarak rivayet etmiştir.
İbn Hacer, Fethü'l-Bâri'de şöyle diyor: «Buhâri bu cümleyi sanki kasten terk etmiştir. Çünkü İbn Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber'in cinlere Kur'an okuduğunu kesin olarak ifade ediyor. Böylece bu terk etme işi İbn Abbas'ı nefyetmeye takdim edilmiş oluyor. Zaten Müslim buna işaret etmiştir. Müslim Sahih'inde, İbn Abbas hadisinin peşinde hemen İbn Mes'ûd'un, Hz. Peygamber'den: «Bana cin taifesinin davetçisi geldi. Ben de yanlarına varıp onlara Kur'an okudum» buyurduğunu rivayet etmiştir. (İbn Hacer, Fethu'l-Bâri,- 8/473.) Böylece aradaki farkı gider-mek mümkün oluyor. Yâni hâdisenin birden fazla olmasıyla iki ri-vayetin arasını bulmak mümkün oluyor.
Sonra hakikaten, Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin şu rivayetleri ile İbn İshâk'ın rivayeti iki yönden birbirinden ayrılıyor:
1- İbn İshâk'ın rivayeti, Resûlullah'ın ashabına namaz kıldırdığına işaret etmemektedir. Hatta onun tek başına namaz kıldığı belirtilmektedir. Halbuki diğer rivayetler, Peygamberimizin ashabına namaz kıldırdığını zikretmişlerdir.
2- İbn İshâk'ın rivayetinde sabah namazı kaydı bulunmamaktadır. Halbuki diğer rivayetler, Hz. Peygamber'in sabah namazı kıldırdığına kesin olarak işaret ediyorlar.
İbn İshâk'ın rivayetinde karışık bir durum yoktur. Ancak diğer rivayetler iki yönden karışıklık arz ediyorlar:
a- Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in Tâif 'e gidiş ve dönüşünde Zeyd bin Hârise'nin dışında beraberinde kimse yoktu. Böyle olunca da onun ashabından bir gruba namaz kıldırdığı nasıl doğru olur?
b- Gerçekten, beş vakit namaz ancak İsrâ ve Mi'râc gecesinde farz kılınmıştı. Halbuki Muhakkikinden birçoklarının görüşüne göre Mi'râc olayı Hz. Peygamber'in Taife gidişinden sonra olmuştur. Bu duruma göre, onun sabah namazını kıldırmış olması nasıl doğru olabilir?
Birinci karışıklığın cevabı şudur: Resûlullah'ın Mekke yakınında bir yer olan Nahle mevkiine gelince, ashabından bazılarıyla karşılaşmış olması ve burada onlara sabah namazını kıldırması muhtemeldir.
İkinci karışıklığın cevabı da şöyledir: Cin hâdisesinin ve onların Resûlullah'tan Kur'an dinlemelerinin birden fazla tekrar edildiği söyleniyor. Bir defası İbn Abbas'tan, diğer defası da İbn Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Her ikisi de doğrudur. Muhakkik imamlarının tümünün sahip olduğu kanaat budur. (Bak: İbn-i Seyyidinnas, Uyûnu'I-Eser: 1/118; Fethu'l-Bâri: 8/473.) Bu kanaat, İsrâ ve Mi'râc hâdisesinin Taif’e hicretten sonra vuku bulduğu görüşüne göredir. Ama İsrâ ve Mi’râc hâdisesinin Taife hicretten önce olduğu görüşüne göre ise, elbette bunda karışıklık yoktur.
Bunları bildikten sonra, bizim için önemli olan husus, bir Müslümanın, cinlerin varlığına ve Yüce Allah'ın bizim gibi onları da kendisine ibâdet etmekle mükellef kıldığı canlı varlıklar olduğuna iman etmesinin gerekli oluşudur. Eğer bizim duyularımız ve idrâklerimiz onları anlamıyorsa, bunun sebebi, Allah Teâlâ'nın onların vücutlarını bizim gözlerimizde bulunan görme gücüne uygun bir şekilde yaratmamış olmasıdır. Yine bizim gözlerimizin sadece varlıklardan belirli türleri, belirli ölçüde ve belirli şartlar altında gördüğü bilinmektedir.
Cinlerin varlığı, bize kadar gelen kitap ve sünnetin mütevatir ve kesin haberlerine dayandığı ve mütevatir haberlerin durumu da zarûrat-ı diniyyeden bilindiği için, bütün Müslümanlar, cinlerin varlığını inkâr etmenin ve onların varlığında şüpheye düşmenin dinden çıkmayı ve İslâm'dan ayrılmayı gerektirdiği üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü cinleri inkâr etmek, zarurât-ı diniyyeden olarak bilinen bir şeyi inkâr etmek demek olur. Ancak bu inkâr Yüce Allah'tan bize kadar gelip ulaşan mütevatir ve sadık bir haberi yalanlamayı da içine alıyor.
Akıllı bir kişinin, ben ancak ilimle uyuşan şeylere inanırım diye iddiada bulunarak gaflet ve cehaletin en koyusuna düşmesi, cinleri gözüyle görmediği ve elle tutamadığı için, cinlerin varlığına inanmamakla övünmeye kalkışması ona yakışmaz.
Şurası gayet açıktır ki, bu gibi, cehaleti gizleyip bilgiçlik taslamak; görme imkânı olmadığı için kesin olarak bilinen varlıkların birçoğunu inkâr etmeye sevk eder. Meşhur ilmi kural şöyledir: Bir şeyi görmemek onun yok olmasını gerektirmez. Yâni aranan bir şeyi görmemek haddi zatında onun kaybolduğunu veya mevcut olmadığını gerektirmez.
Beşinci Hikmet: Resûlullah'ın şu Tâif seyahatinde gördüğü şeylerin mâhiyeti ve göğüs gerdiği bu şeylerin onun nefsinde bıraktığı etki nedir?
Bu sorunun cevabı, Zeyd bin Hârise'nin Resûlullah'a: «Onlar seni Mekke'den çıkardıkları halde, yâ Resûlâllah, Mekke'ye nasıl dönersin?» diye sorduğu zaman Resûlullah'ın ona sükûnet ve güven içinde: «Ey Zeyd! Allah senin görmediğin yerden bir kapı açar. Elbette Allah, dinin yardımcısı, Resûlü'nün destekleyicisidir» buyurmasından açıkça anlaşılıyor.
O halde, Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke'de gördüğü katılık ve işkenceden sonra, Tâif'te karşılaştığı bu durumların onun Allah'a olan bağlılığı ve kararlılığı üzerinde herhangi bir etkisi yoktur.
Hayır vallahi, bu tahammül veya irade gücünün eseri olmadığı gibi insan tabiatından gelen özel bir kararlılık da değildir. Fakat o, Resûlullah’ın kalbinde sabit olan nübüvvet inancıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisinin, Rabbi'nin emrini yerine getirmesi ve Allah'ın kendisine yürümeyi emrettiği yolda yürümesinin zorunlu olduğunu biliyordu. Yine Allah'ın, kendi işini başarıya ulaştıracağında ve her şey için bir kader ta'yin ettiğinde şüphesi yoktu.
Bizim için burada eğitimle ilgili bir fayda vardır. O da İslâm daveti yolunda ortaya çıkan zorlukların ve meşakkatlerin bizi yürümekten alıkoymaması, iman hidâyeti ve onun yardımı üzere olduğumuz sürece, tembellik ruhunun içimizi kaplamaması gerektiğidir. Kim Allah'tan güç ve kuvvet isterse, o kişinin tembelliği ve ümitsizliği tanımaması gerekir. Çünkü emreden Allah'tır. Yine gerçek yardımcının O olduğunda şüphe yoktur.
Tembellik, takatin kesilmesi ve ümitsizlik; yalnızca yolda arız olan mihnetler, meşakkatler ve Allah'ın emretmediği diğer yöntemler sebebiyle gelir. Çünkü, bu gibi hallerde çalışkan kişiler kendi şahsî güçlerine ve baş başa kaldıkları kendi gayretlerine dayanırlar. Bunların tümünün muayyen bir beşerî çerçeve ile sınırlandırılmış olduğu malûmdur. Uzun meşakkatler, elemler ve işkenceler yüzünden, zaten sınırlı olan beşer takat ve samimiyetinin ümitsizlik ve yılgınlığa dönüşmesi tabiîdir.