Cihat ve cihadın farz kılınması hakkında
Madem ki, bu araştırma bizi cihat ve savaş hakkında bahsetme noktasına kadar getirecek, o halde burada cihadın kendisi, meşruiyeti ve geçirdiği dönemler üzerinde doğru ve sağlam görüşü açıklamamız için bir miktar durmamız gerekir.
Hadîs ilmi, İslâm'a fikri savaş açan batılıların, hakkı bâtıl ile karıştırmak ve İslâm'a şüphe sokmak için açık kapı bulmaya uğ-raştıkları en önemli fırsat olma özelliğini hâlâ koruyor.
İslâm düşmanlarının nazarında, kendilerini korkuya salan ve dehşete düşüren İslâm esaslarının en tehlikelisinin cihat olduğunu okuyucu öğrendiği zaman; onların tüm düşüncelerini, özellikle cihadın meşruiyeti hususuna odaklaştıklarına şaşmayacak. İslâm düşmanları çok iyi anlıyorlar ki, cihat ruhu yeniden Müslümanların gönlünde alevlenir ve Müslümanların hayatında tekrar etki sahibi olursa, o zaman, İslâmî hareketle cihadın kazanacağı önemi hiçbir kuvvet durduramayacaktır. Bundan dolayı da bu noktada yapılacak ilk iş o İslâm selini durdurmak olacaktır.
Biz bu açıklamada; önce cihadın anlamını, İslâm'daki gayesini, geçirdiği merhaleleri ve nihayet en son karar kıldığı merhaleyi açıklayacağız. Daha sonra da onun anlamına karışmış safsataları ve anlaşılması güç olan taksimatı açıklamaya çalışacağız.
Cihadın anlamına gelince: O, İslâmî toplumu kurmak ve Allah kelimesini yükseltmek için bu uğurda gayret sarfetmek demektir. Savaşarak gayret göstermek cihat türlerinden biridir. İslâm'da cihadın gayesi ise yine İslâm toplumunu kurmak ve gerçek İslâmî devleti oluşturmaktır.
Cihadın geçirdiği dönemlere gelince, gerçekten cihat bildiğimiz gibi İslâm'ın başlangıcında barışçı bir çağrı ile birlikte, bu uğurdaki sıkıntı ve zorluklara katlanmakla yetinmek olmuştu. Sonradan bunun yanına - Hicretin başlangıcı ile birlikte - savunma savaşı, yâni her saldırıya aynıyla cevap vermek meşru kılınmıştı.
Bu dönemden sonra, müşriklerden, puta tapanlardan, inkarcılardan Müslümanlığı kabul etmelerinin dışında hiçbir şart kabul etmemek üzere; İslâm toplumunu kurma yolunda engel olarak duran her kişiyle savaşmak farz kılınmıştı. Puta tapıcıların, inkarcıların ve müşriklerin taşıdıkları inkarcılık veya puta tapıcılık fikri, İslâm toplumuyla uyum sağlaması imkânını ortadan kalktığı için, bu yol seçilmiştir. Ama kitap ehlinin durumu biraz daha farklıdır. Kitap ehlinin İslâm toplumuna boyun eğmesi ve Müslümanların verdiği zekâtın yerine cizye» diye adlandırılan vergiyi İslâm devletine ödemesi şartıyla, onların İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesi kâfidir.
Bu merhale ile İslâm'daki cihat hükmü son şeklini aldı. Bu duruma göre, her asırda yaşayan Müslümanların başta gelen ödevi, kendilerinde yeterli güç ve savaş malzemesi bulunduğu takdirde cihat etmektir. Bu son merhale hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın, sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Biliniz ki, Allah muhakkak takva sahipleriyle beraberdir» (Tevbe:123). Yine aynı konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: «Bana «Lâ ilahe illallah» diyene kadar insanlarla savaşmam emredildi. Kim şehadet kelimesini söylerse, malını ve canını benden korumuş olur. Gizli olarak taşıdığı küfrün, günahın hesabı Allah'a aittir».
Buradan da anlaşılıyor ki; Allah yolundaki cihadı, savunma harbi ve hücum harbi diye ikiye ayırmanın bir anlamı yoktur. Çünkü cihadın meşru kılınış sebebi ne sadece hücum ne de sadece savunmadır. Asıl sebep, İslâm toplumunu, bütün prensip ve sistemiyle kurma ihtiyacıdır. Bundan sonra, artık cihadın hücum veya savunma şeklinde olmasının farkı yoktur.
Meşru savunma savaşına gelince; o bir Müslümanın malını, mülkünü, namusunu ve hayatını savunması gibi bir şeydir. Bu savunma İslâm fıkhındaki cihat terimiyle alâkası olmayan, savaşların bir başka türüdür. Buna «saldırgana karşı savunma» adı verilir. İslâm fakîhleri, fıkıh kitaplarında bunun için özel bir bölüm ayırmışlardır. Bugün sözde araştırmacılar, konumuz olan cihatla bu saldırıya karşı nefs müdafaasını birbirine çok karıştırıyorlar. Hayret doğrusu.
İslâm şeriatında, cihadın anlamının ve amacının özeti işte budur.
Cihat üzerinde yalan dolanla yapılan eleştirilere ve safsatalara gelince; görünüşe göre bunlar, çelişkili iki nazariye olarak kendini göstermektedir. Fakat her ikisi de gerçekte ve işin hakikatinde birbiriyle uyum içindedirler. Çünkü her ikisinde de cihadın meşruiyetini temelinden ortadan kaldırmayı hedef alan müşterek bir tavır vardır.
Birinci nazariye, İslâm'ın ancak kılıç zoruyla yayıldığını, Hz. Peygamber'in ve ashabının dini zorla kabul ettirme yolunu seçtiklerini, iddia eder. Bu nazariyeye göre Hz, Peygamber'in ve ashabının eliyle gerçekleşen İslâmi fetihler zorbalıktır. O'nun ve ashabının eliyle gerçekleşen İslâmi fetihler, fikir ve ikna fethi değildi.
İkinci nazariyeye gelince, o da tamamen bunun aksini söylüyor. Yâni İslâm dini, sevgi ve barış dinidir. Bu dinde cihat ancak saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmıştır. Müslümanlar, buna mecbur bırakılmadıkça ve etrafları tamamen kuşatılmadıkça savaşa başvurmazlar.
Bu iki nazariye yukarıda da dediğimiz gibi birbiriyle çelişkili olmalarına rağmen, yine de, İslâm'a fikri saldırıda bulunan İslâm düşmanları her ikisinden de muayyen bir gayeye varmak istiyorlar. Aslında o iki nazariyeden bir gaye kasdedilmiştir. İşte bunun izahı şudur:
İslâm düşmanları önce, İslâm dininin gayr-i müslimlere karşı saldırgan ve kindar bir din olduğunu piyasaya sürüp etrafa yaydılar. Sonra onlar, bu şayianın Müslümanlar tarafından reaksiyonla karşılaşmasından ve İslâm hakkında ortaya atılmış bu haksız ithama verilecek cevaptan çıkacak neticeyi beklediler.
Müslümanlar bu asılsız iddiaya karşı cevap vermeye yönelirken, yine o İslâm düşmanlarından bir grup, uzun ve yorucu araştırmadan sonra; kalkıp İslâm'ı savunur görünmeye ve bu haksız ithamı şöylece reddetmeye başladılar. İslâm dini diğerlerinin dediği gibi kılıç, mızrak ve saldırı dini değildir. Bilâkis o, bunların tamamen aksine, sevgi ve barış dinidir. İslâm'da cihat ancak zaruret ânında ve saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmıştır. Yoksa Müslümanlar kendi dinlerini yaşamaya imkân buldukları sürece savaşa arzu duymazlar!
Bir kısım saf Müslümanlar, öndeki çirkin iftiranın etkisiyle, bu «güzel» savunma biçimini uzunca alkışladılar. Onların bu savunmaları, başlangıçta yapılan iftirayı reddetmek için hazır hale gelmiş Müslüman gönüllerde hüsn-ü kabul gördü. Bunun üzerine, bu basit Müslümanlar, onların bu savunma şeklini desteklemeye ve tasdik etmeye başladılar. Diğerinin ardından onların dedikleri gibi, İslâm dininin, fiilî olarak barış ve sulh dini olduğunu; İslâm diyarına saldırıda bulunulmadıkça ve onun sükûnetini ve rahatını bozmadıkça, başkalarıyla herhangi bir işi olmadığını, tez olarak ileri sürdüler.
Bu saf Müslümanlar, istenilen sonucun bu olduğunun farkına bile varmadılar. Halbuki, birinci şayiayı ortaya atıp sonra ikincisini etrafa yayan kişilerin gizlice üzerinde anlaştıkları gaye bu idi.
Asıl maksat, Müslümanların zihnindeki cihat fikrini silip atmak ve gönüllerindeki coşkun ruhu öldürmekle sonuçlanan çeşitli metot ve yolları denemektir.
Biz buna şahit olarak Dr. Vehbetû'z-Zuhayli'nin «Îsâru'l-Harbî fi Fıkhı'l-İslâmî» adlı kitabından, İngiliz Müsteşriki Anderson ile aralarında geçen konuşmayı buraya alacağız. Dr. ez-Zuhayli diyor ki:
«Batılılar, özellikle İngilizler, Müslüman toplumlarda cihat fikrinin yeniden uyanmasından çok tedirgindir. Onlar Müslümanların sözlerinin bir araya gelmemesini istiyorlar. Çünkü bu gerçekleşirse Müslümanlar düşmanlarının karşısına dikilirler. Bunun için cihat hükmünün nesholunduğunu gündeme getirmeye uğraşıyorlar. Yüce Allah kalplerinde iman taşımayanlar hakkında şöyle buyurur ve bu gerçeği açıkça ortaya koyar: «İnananlar; «Keşke bir sûre indirilse de, cihada çıksak» derlerdi. "Fakat kesin anlamlı bir sûre indirilip, orada savaş zikredilince; kalplerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla bayılmış kimselerin bakışları gibi sana (Hz. Peygamber'e) baktıklarını görürsün». (Muhammed:20) Ben İngiliz Müsteşriki Anderson ile (3 Haziran 1960) günü akşamleyin karşılaşmıştım. Ona bu mevzu ile alâkalı görüşünü sordum. Onun bana nasihati şöyle oldu: «Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir» kaidesine binâen, artık bugün cihat farz değildir. Anderson'un nazarında cihadın, Müslümanların devletler arası anlaşmalar ve uluslararası kuruluşlarla ilgi kurabilmeleri için, çağdaş devletçilik kurallarıyla birleşmesi mümkün değildir. Çünkü cihat insanları İslâm'a sevk etmek için bir araçtır. Bugünkü hürriyet ilkesi ve gelişmiş akıl, kuvvet kullanmayı şart koşan bir düşünceyi kabul etmez. Tabiî bu, müsteşrikin fikri». (Dr. Zuhaylî, İsâru'l-Harbi Fi Fıkhı'l-İslâm: s. 59, dip.)
Biz yine İkinci Akabe Bey'atı'ndan bahsetmeye dönelim:
Allah Teâlâ murat ettiği için, bu ikinci bey'at haberi, Mekke müşriklerinin kulağına ulaştı. Halbuki iş Resûlullah ile Medineli Müslümanlar arasında olup bitmişti.
Belki de müşriklerin bu olayı duymalarının hikmeti; Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret etme sebeplerini hazırlamaktır. Müşrik-lerin kulağına değen bu haberin Resûlullah'ı sıkıştırmalarında; onu öldürmek ve ondan kurtulmak üzere fikir birliği etmelerinde önemli etkisi olduğunu göreceğiz.
Her ne olursa olsun, İkinci Akabe Bey'atı, Resûlullah (s.a.v.)'ın Medine-i Münevvere'ye hicreti için ilk adım olmuştu.