İbretler Ve Öğütler
Resûlullah (s.a.v.)'ın İslâm devletini ve İslâmi toplumu kurma yolunda dayandığı ikinci esas da budur. Bu esasın önemi, aşağıdaki şekillerde görülüyor.
1- Hakikaten, herhangi bir devletin kurulması ve kalkınması ancak, bütünlük ve beraberlik esasına dayanmakla mümkün olur. Birlik ve beraberliğin; karşılıklı sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma faktörünün dışında başka bir şeyle gerçekleşmesi mümkün değildir. Aralarında hakiki kardeşlik ve sevgi bağı ile birbirine bağlanmamış olan herhangi bir topluluğun, bir prensip etrafında birlik oluşturmaları mümkün değildir. Bir toplulukta birlik, gerçek olarak kaim olmadığı sürece o topluluktan bir devletin vücut bulması mümkün olmaz.
Yine kardeşliğin, kendisine imân etmekle ve üzerinde anlaşmakla tamamlandığı bir akideye bağlı olması gerekli olduğuna göre; her biri bir fikre veya biri diğerine muhalif bir akideye inanan iki şahıs arasındaki kardeşlik hayal ve vehimden ibarettir. Hele özellikle, fikir veya akide sahibini pratik hayatta muayyen bir yola sevk eden şeylerden olursa.
Bunun için Resûlullah (s.a.v.), kendi ashabının gönülleri üzerinde birleştiği kardeşlik esasını, Allah katından getirdiği İslâm akidesi üzerinde kurdu. İnsanı Allah önünde topluca secdeye sevk eden bu akide, insanlar arasında da takva ve amel-i sâlih dışında hiçbir derecelendirme ve fark gözetmemiştir. Çünkü değişik fikir ve inançlara sahip fertlerden oluşan topluluklarda; cömertliğin, yardımlaşmanın ve kardeşliğin baş tacı edilmesi, beklenen şeylerden değildir. Öyle toplumlarda insanların hepsi, kendi nefsinin, kendi kabilesinin ve kendi benliğinin esiri olur.
2- Şüphesiz ki bir cemaat, dağınık ve birbiriyle alâkası olmayan insanların oluşturduğu topluluktan yalnızca bir şeyle ayrılır. O da bu cemaatin fertleri arasında ve hayatın bütün bölümleriyle kurumlarında yardımlaşma prensibinin yürürlükte olmasıdır. Eğer bu yardımlaşma ve dayanışma insanların arasında eşitlik ve adalet ölçüleri dahilinde tatbik ediliyorsa, işte bu toplum âdil ve sağlam bir cemaattır. Eğer bu topluluk, zulüm ve haksızlık esasına dayanıyorsa, o da zalim ve haktan uzaklaşmış bir toplum demektir.
Sağlam bir toplum rızık ve geçim yollarından faydalanmada yalnızca adalet prensibine dayalı olduğu zaman, bu adaletin selâmetini ve hayır yönünde uygulanmasını garanti edecek ne vardır?
Şüphesiz ki bunun için aslî fıtrat ve tabiî garanti, yalnızca kardeşlik ve karşılıklı sevgidir. Kanun ve devlet garantisi bunlardan sonra gelir.
Bir devlet otoritesi, fertler arasında adalet prensibini gerçekleştirmeyi ne kadar isterse istesin yine de, fertler arasındaki kardeşlik ve sevgi esasına dayanmadığı sürece, adalet prensibi gerçekleşemez. Bilâkis bu adalet prensipleri o vakit bu toplumun fertleri arasında yayılan kin ve düşmanlıkların kaynağı olmaktan öteye gitmez. Halbuki kin ve düşmanlıkların genel karakteri, içlerinde zulüm ve isyan tohumlarını en katı bir şekilde taşımalarıdır.
Bundan dolayı, Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ve Muhacirler arasında kurduğu kardeşliğin hakikatinden, dünyada tatbikatına bir daha rastlanmayan içtimai adalet prensipleri için bir esas ortaya çıkardı. Bu adalet prensipleri, daha sonra da bağlayıcı şer'î kanunlar ve hükümler şeklinde gelişiverdi. Fakat onların tümü, yalnızca bu ilk zeminde kuruldu ve müesseseleşti. Bilelim ki, bu ilk zeminde kurulan İslâm kardeşliğidir. Kendi çerçevesi içinde, İslâm akidesi gerçeği üzerine kurulan bu büyük kardeşlik hareketi olmasaydı; elbette ki bu prensiplerin (içtimai adalet) İslâm toplumunun en kuvvetli bağı içinde yaptırıcı ve pratik herhangi bir etkisi olamazdı.
3- Kardeşlik şiarının beraberinde bulunan tefsiri mânâ:
Resûlullah (s.a.v.)'in ashabı arasında kurduğu kardeşlik prensibi, onların dillerinde dolaşan sadece bir parola, bir sembol değildir. Ama o, uygulanan bir gerçektir ki hem hayat vakıasıyla, hem de Ensâr ile Muhacirin arasında bulunan tüm alâkalarla birleşiyor.
Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kardeşliği birbiriyle din kardeşi olan sahabe arasında yaygınlaşan gerçek bir sorumluluk haline getirdi. Bu sorumluluk, kendi aralarında onları en hayırlı yöne sevk ediyordu. Resûlullah (s.a.v.)'in birbirine kardeş yaptığı, Sa'd bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında geçen şu olay, bu konuda bize delil olarak yeter: Sa'd bin Rebî, Abdurrahman bin Avf’a kendi evinde, malında ve ehlinde eşit bir şekilde ortak yaptığını ona açıklamıştı. Fakat Abdurrahman bin Avf ona teşekkür edip, ondan kendisini, ticaretle uğraşmak için Medine çarşısına götürmesini istemişti. Sa'd bin Rebî, Ensâr içinde, Muhacir kardeşine ortaklık teklif eden tek kişi sanılmasın. Bilâkis kendi aralarında yardımlaşmada ve birbiriyle ilgilenmede, Sahabenin durumu bu idi. Özellikle hicretten ve Resûlullah'ın onlar arasında kurduğu kardeşlikten sonra.
Yine böylece, Allah Teâlâ, akrabalık hukuku kurulmadan miras hukukunu bu kardeşliğe bağladı. Bu hükmü koymadaki hikmet, Müslümanların zihninde, hissedilir bir halde; hakiki olarak İslâm kardeşliğinin tecelli etmesiydi. Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve karşılıklı sevginin, yalın söz ve sembolden ibaret olmadığını; onun, içtimai adalet sisteminin en önemli ilkelerinden olan, gözle görülür içtimai neticeleri bulunan bir düstur olduğunu vurgulamaktı.
Bu kardeşlik esasına dayalı miras hükmünün daha sonra kaldırılmasındaki hikmeti, şöyle açıklayabiliriz: Zaten, sonunda asıl şeklini alan miras hukuku, mirasçılar arasındaki İslâm kardeşliğine dayanmaktadır. Zira; ayrı dinden olanlar arasında, miras hükmü cereyan etmez. Ancak, hicretin ilk yılları Ensâr ve Muhacirlerden her birini; yardımlaşma ve birbirine destek olmak bakımından özel bir sorumlulukla karşı karşıya getirdi. Bunun da sebebi, Muhacirlerin mallarını ve evlerini Mekke'de bırakıp ailelerinden ayrılarak, Medine'de kardeşleri Ensârın yanlarına misafir olarak gelmeleriydi. Resûlullah (s.a.v.)'in Ensârla Muhacirler arasında kurduğu kardeşlik müessesesi, bu sorumluluğu yerine getirmek için bir garanti olmuştu. Bu kardeşliğin, yalnız akrabalık kardeşliğinden daha etkili ve daha güçlü olması, bu sorumluluğun gereğiydi.
Muhacirlerin durumu Medine'de düzelince ve İslâm da orada iyiden iyiye kök salınca, İslâm ruhu da Medine'deki yeni toplum için tek başına tabiî bir bağ olunca; Ensâr ile Muhacirlerin aralarını düzenleyen sistemin kalıbının (onların Medine'de aynı seviyeye gelmelerinden sonra) sökülmesi uygun olmuştu. Çünkü bu duruma göre, artık bugünden sonra genel İslâm kardeşliğinin ve bu kardeşlik üzerine kurulan çeşitli sorumlulukların gölgesinde; bu nizamın yönünü kaybetmesinden ve bozulmasından korkulmazdı. Müslümanlar arasındaki kan akrabalığının; İslâm kardeşliği ve akrabalığı üzerine fazladan bir etkisi olamayacağından ötürü, bu faktörün avdet etmesinde sakıncası olamazdı.
Sonra Resûlullah (s.a.v.)'ın, Ensâr ile Muhacirler arasında gerçekleştirdiği bu kardeşlik müessesesinden daha önce, yine onun tarafından Mekke'de Muhacirler arasında gerçekleştirilen diğer bir kardeşlik olayı vardı. İbn Abdülberr şöyle diyor: «Müslümanlar arasında, birbiriyle kardeş olma olayı, iki kere olmuştu. Biri özel olarak Muhacirler arasında olmuştu ki bu Mekke'de idi. Diğeri ise Ensâr ile Muhacirler arasında olmuştu» (Fethü'l-Bâri: 7/191).
Bu da bizi te'kid ediyor ki, kardeşliğin esası ve asıl sebebi sadece İslâm bağıdır. Ancak o bağ, hicretten sonra, hicretin getirdiği şartlar sebebiyle ve Ensâr ile Muhacirler bir yurtta toplandıkları için yenilenmeye ve pekiştirilmeye ihtiyaç duydu. O da gerçekte, inanç birliği ve İslâm toplayıcılığı esasına dayanan kardeşliğin dışında başka bir şey değildir. Ancak o, pratik yoldan bir uygulamayla te'kid edilmiştir.