Zatu'r-Rika Gazvesi
Bu gazve, siyer ve meğâzi müelliflerinin müşterek kanaatince, Hicretin IV. yılı ve Beni Nadir'in sürgün edilişinden bir buçuk ay kadar sonra vuku bulmuştur. Buhâri ve bazı muhaddisler ise bunun, Hayber gavzesinden sonra olduğunu benimserler.
Sebebi de, Necid bölgesi kabilelerinin Müslümanlara yaptıkları kötülüklerdi. Mes'ele, şu yedi davetçinin öldürülme olayıydı. Onlar kabileleri İslâm'a davete gitmiş de suikaste uğramışlardı. Resûlullah da buna karşı o bölge kabilelerine, özellikle Beni Sa'lebe'ye karşı harbe çıkmış, Medine'ye de Ebu Zerr el-Gıffâri (r.a.)'yi vali olarak bırakmıştı.
Resûlullah (s.a.v.) ordugâhını, Necid'de, Gatafan arazisinde «Nahl» diye anılan yere kurdu. Hikmet-i ilâhi, kabilelerin gönlüne bir korku düştü. Her biri bir yana dağıldılar. Halbuki İbn Hişâm'ın haberine göre, oldukça da kalabalıklardı. Müslümanlardan kaçmaları sonucu çatışma çıkmadı.
Ancak, bu gazvenin naklinde birtakım tespitler müşahede ediliyor, yine de: Yâni iyi bakılırsa, savaş olmamasına rağmen, biz olayı ayrıntılarıyla nakletmeye başlayınca, görülecek ki, hayatımız için birçok ibret ve düstur var.
Hâdise Haberlerde Şöyledir:
1- Sahihayn'ın Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayeti: Diyor ki, «Biz Resûlullah (s.a.v.) ile gazveye çıktığımızda, altı kişi bir gruptuk, bir tek devemiz vardı. Benim tırnaklarım söküldü. Ayaklarımızı eski çapıtlarla sarıyorduk. Bunun üzerine ben buna (yamalı savaşı anlamına) «Zâtü'r-Rika' Gazvesi» dedim. Ayaklarımızı yamalamışız gibisine bir nükteydi bu. Ravî diyor ki: Ebû Mûsâ böyle söylüyor ama, söylediğinden de pek hoşlanmıyor. Sanki bir sırrını ifşa etmiş gibi söylediğinden rahatsız görünüyordu.
2- Buhari ve Müslim'deki nakil: «Resûlullah (s.a.v.) Zâtü'r-Rika' Gazvesi'nde salât-ı havf (korku namazı) kıldı. Bir grup saf tutup namaz kılıyor, bir grup ise düşmanı gözetliyordu. Birinci grupla bir rek'at kıldı. Ama o ikinciye kalktı, ayakta iken, cemaat ikinci rek'atı tamamlayıp acele düşman karşısına koştular. Bu sefer ikinci grup geldi (ve Resûlullah ikinci rek'atta iken ona uydular), onlarla da ikinci rek'atı kılınca oturdu. O otururken, bu cemaat da kalkıp kalan birinci rek'atı tamamladılar ve Resûlullah bunlarla birlikte selâm verip namazı tamamladı (Bu hadis Buhâri'nin: 5/53. Gazvetü Zâti'r-Rika' bâbındadır. Müslim'de ise 2/214 Salâtü'l-Havf bâbınba).
3- Yine Buhârî'nin Câbir'den nakli şöyle: Resûlullah yola çıkınca o da berabermiş. İhtiyaç molası vakti gelmiş ve bir vadide, od ağaçlarından bir koruluğa inmişler. Herkes bir ağacın altına çekilmiş gölgelenmişler. Resûlullah (s.a.v.) da bir sakız ağacının altına oturmuş ve kılıcını da dala asmış. Câbir sözüne şöyle devam ediyor: «Biz bir müddet uyuya kalmıştık. Birden Resûlullah (s.a.v.)'ın yanında bir yabancı oturuyor. Resûlullah bize: Şu adamı görüyorsunuz! Gelmiş kılıcımı çekmiş, -ben tabiî uyuyorum- uyandım. Onun elinde yalın kılıç: «Seni benim elimden kim kurtarır?» diye meydan okuyor. Ben de var gücümle, «ALLAH» dedim. İşte bakın (kuzu kuzu) oturuyor.» Resûlullah o adamı cezalandırmadı da salıverdi» (Sahih-i Buhâri, 5/52, 53, 54).
4- İbn İshâk ve Ahmed'in Câbir'den (r.a.) rivayeti: «Biz Resûlullah (s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika' Gazvesi'ne çıktığımızda; önce bir müşrike kadına ok isabet etmişti. Resûlullah (s.a.v.) oradan ayrılıp kafileyle yürüdü. Ama kafile ilerlerken, bu sefer ortalarda olmayan kocası çıkageldi ve yemin ediyordu; Muhammed'in adamlarından birinin kanını dökmeden peşinizi bırakmayacağım diye. Ve başladı Resûlullah'ın izini takibe. Resûlullah bir yerde konakladı ve buyurdu ki, «Bu gece bizi bekleyecek kişi kimdir?» Hemen, Muhacirlerden bir ve Ensâr'dan bir kişi fırladı. «Biz bekleriz ey Allah'ın Resulü!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da bir dere boğazına konaklamıştı. Onlara: «Geçidin ağzını tutun» diye emir verdi.
Adamlar geçidin ağzına gelince; Ensâr'lı, Muhacire dedi ki: Gece nöbetini nasıl arzu edersin? İlk yarı mı, gece yarısı mı? O da yarıdan sonrası daha iyi dedi ve Muhacir nöbetçi yatıp uyudu. Ensâri ise başladı namaz kılmaya. Birden o adam çıkageldi ve Ensâri'yi görünce, ordugâhın nöbetçisi olduğunu anladı. Okunu yöneltti ve nöbetçiyi vurdu. Ama Ensâri yiğit, oku çıkarıp attı, namaza devam etti. Adam tekrar nişan aldı ve vurdu. Nöbetçi yine (vücuduna saplanan) oku çıkarıp attı ve namaza devam etti. Üçüncü kez de aynı durum tekrarlandı ve nöbetçi rükûa, secdeye vardı. Nihayet arkadaşını uyandırdı: Kalk ben vuruldum dedi. Uyanan, «Vuruldun mu?» diye haykırınca, adam onların kendisini fark ettiklerini anladı ve hemen kaçtı. O sırada Muhacir, Ensâri'nin kan revan içinde olduğunu görünce, Allah Allah, insan daha ilk anda beni uyandırmaz mı yahu dedi. Ensârî ise; «Ben bir sûre okuyordum, onu kesmek gönlüme zor geldi. Oklar ardı ardına gelince, artık o zaman seni uyardım. Vallahi bana Resûlullah (s.a.v.) bir geçidi koruma görevi vermişti. Onu kaybetmeyeceğimi bilsem, ya o sûre ile namazı tamamlardım ya da öylece son nefesimi verirdim» (Bunu; Ahmed, Taberî ve Ebu Dâvud birlikte; İbn İshâk'tan, Sadaka bin Yesâr'dan, Ukayl bin Câbir'den ve Câbir İbn Abdullah’tan gelen zincirle naklettiler) cevabını verdi.
5- Buhâri ve Müslim (sahihlerinde); İbn Sa'd, Tabakat'ında; İbn Hişâm, Siyer'inde. Câbir İbn Abdullah'tan naklettiler
Der ki: «Resûlullah (s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika seferine çıkmıştık. Benim çok zayıf bir devem vardı. Resûlullah’ın ordusu yürüyünce, arkadaşlarım ilerleyip gitti, ben gerilerde kaldım. Arkadan Resûlullah (s.a.v.) yetişti. Ne o Câbir? diye seslendi. Ben de işte şu deve ile ağır ağır gidiyorum yâ Resûlallah, dedim. Bana, yık şunu dedi. Yıktım devemi, o da yıktı. Sonra; ver şu elindeki sopayı dedi. Verdim. Aldı sopayla hayvanı birkaç tane okşadı. Sonra bin dedi, bindim ve yürüdük. Onu Hak Nizam ile gönderene yemin olsun ki; benim devem onun devesiyle yarışmaya ve nerdeyse geçmeye başladı.
Bu esnada Resûlullah ile aramızda şöyle bir muhavere geçti:
Resûlullah (s.a.v.): Câbir, bu deveyi bana satsana, dedi.
Ben: Ey Allah'ın Resulü, ne hacet, sana bağışlarım, deyince;
Resûlullah (s.a.v.): Hayır, bedeliyle ver, dedi.
Ben: O halde bir fiyat ver yâ Resûlallah!.
Resûlullah (s.a.v.): Bir dirheme alırım, buyurdu.
Beri: Hayır yâ Resûlallah! O zaman beni aldatmış olursun, dedim.
Resûlullah (s.a.v.): Peki iki dirhem olsun.
Ben: Hayır, dedim. Ve Resûlullah bana fiyatı sürekli yükseltiyordu. Nihayet bir «Ukiyye»ye vardı (Ukıyye: 40 dirhemdir). O zaman ben: Razı mısın yâ Resûlallah? deyince
Resûlullah: Evet, dedi.
Ben: Senin oldu, dedim.
Resûlullah (s.a.v.): «Aldım» dedi.
Sonra Resûlullah sözü değiştirdi:
— Câbir, evlendin mi artık? dedi.
— Evet yâ Resûlallah, dedim.
— Dul mu, kız mı? dedi.
— Hayır dul kadın, dedim.
— Bir kız alamadın mı, birbirinizle oynaşırdınız, dedi.
— Biliyorsun yâ Resûlallah! Babam Uhud'da öldü. Yedi tane kız çocuğu kaldı. Onları başına toplayacak, onlara bakacak, eğitecek bir kadın almayı uygun buldum.
— İnşâallah isabet etmişsindir, buyurdu.
Devamla «Biz Sırar'a (Medine yakınında bir yer) varınca bir deve yavrusu keseriz. Orada böylece bir günümüz geçer. Aile halkı duysun da bize evi hazırlar yastıkları dizerler» gibisine bir şey söyledi. Ben ona: Bizde minder yastık ne gezer? dedim. O da: Olur inşâallah. Sen varınca iyi işler yap, dedi.
Câbir der ki: Sırar'a gelince Resûlullah (s.a.v.), kesme emri verdi ve deve kesildi. O gün orada kaldık. Akşamleyin de Resûlullah ile birlikte Medine'ye girdik.»
Yine Câbir devam ediyor: Sabah olunca devenin yularından tutup, götürdüm. Onu Resûlullah'ın kapısına çöktürdüm. Ve gidip mescitte Resûlullah'ın yanına oturdum. Resûlullah (s.a.v.) çıktı, deveyi görünce sordu: Bu nedir? Dediler ki, bu deveyi Câbir getirdi yâ Resûlallah. Câbir nerede dedi? Beni çağırdılar. Tut devenin yularını yeğenim, o deve senindir, dedi. Bilâl'i de çağırıp ona; Câbir'le git de ona ukıyyeyi ver, diye emir verdi. Gittik. Bilâl ile. Parayı verdikten başka biraz da fazlasını verdi. Vallahi o para bitmek bilmedi ve evimizdeki etkisi belli idi hep. (İbn Hişâm Siyer'inde, Buharî ve Müslim de sahihlerinde buna benzer tarzda nakletti).