Zatu'r-Rika Gazvesi

Bu gazve, siyer ve meğâzi müelliflerinin müşterek kanaatince, Hicretin IV. yılı ve Beni Nadir'in sürgün edilişinden bir buçuk ay kadar sonra vuku bulmuştur. Buhâri ve bazı muhaddisler ise bunun, Hayber gavzesinden sonra olduğunu benimserler.

Sebebi de, Necid bölgesi kabilelerinin Müslümanlara yaptıkları kötülüklerdi. Mes'ele, şu yedi davetçinin öldürülme olayıydı. Onlar kabileleri İslâm'a davete gitmiş de suikaste uğramışlardı. Resûlullah da buna karşı o bölge kabilelerine, özellikle Beni Sa'lebe'ye karşı harbe çıkmış, Medine'ye de Ebu Zerr el-Gıffâri (r.a.)'yi vali olarak bırakmıştı.

Resûlullah (s.a.v.) ordugâhını, Necid'de, Gatafan arazisinde «Nahl» diye anılan yere kurdu. Hikmet-i ilâhi, kabilelerin gönlüne bir korku düştü. Her biri bir yana dağıldılar. Halbuki İbn Hişâm'ın haberine göre, oldukça da kalabalıklardı. Müslümanlardan kaçmaları sonucu çatışma çıkmadı.

Ancak, bu gazvenin naklinde birtakım tespitler müşahede ediliyor, yine de: Yâni iyi bakılırsa, savaş olmamasına rağmen, biz olayı ayrıntılarıyla nakletmeye başlayınca, görülecek ki, hayatımız için birçok ibret ve düstur var.

Hâdise Haberlerde Şöyledir:

1- Sahihayn'ın Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayeti: Diyor ki, «Biz Resûlullah (s.a.v.) ile gazveye çıktığımızda, altı kişi bir gruptuk, bir tek devemiz vardı. Benim tırnaklarım söküldü. Ayaklarımızı eski çapıtlarla sarıyorduk. Bunun üzerine ben buna (yamalı savaşı anlamına) «Zâtü'r-Rika' Gazvesi» dedim. Ayaklarımızı yamalamışız gibisine bir nükteydi bu. Ravî diyor ki: Ebû Mûsâ böyle söylüyor ama, söylediğinden de pek hoşlanmıyor. Sanki bir sırrını ifşa etmiş gibi söylediğinden rahatsız görünüyordu.

2- Buhari ve Müslim'deki nakil: «Resûlullah (s.a.v.) Zâtü'r-Rika' Gazvesi'nde salât-ı havf (korku namazı) kıldı. Bir grup saf tutup namaz kılıyor, bir grup ise düşmanı gözetliyordu. Birinci grupla bir rek'at kıldı. Ama o ikinciye kalktı, ayakta iken, cemaat ikinci rek'atı tamamlayıp acele düşman karşısına koştular. Bu sefer ikinci grup geldi (ve Resûlullah ikinci rek'atta iken ona uydular), onlarla da ikinci rek'atı kılınca oturdu. O otururken, bu cemaat da kalkıp kalan birinci rek'atı tamamladılar ve Resûlullah bunlarla birlikte selâm verip namazı tamamladı (Bu hadis Buhâri'nin: 5/53. Gazvetü Zâti'r-Rika' bâbındadır. Müslim'de ise 2/214 Salâtü'l-Havf bâbınba).

3- Yine Buhârî'nin Câbir'den nakli şöyle: Resûlullah yola çıkınca o da berabermiş. İhtiyaç molası vakti gelmiş ve bir vadide, od ağaçlarından bir koruluğa inmişler. Herkes bir ağacın altına çekilmiş gölgelenmişler. Resûlullah (s.a.v.) da bir sakız ağacının altına oturmuş ve kılıcını da dala asmış. Câbir sözüne şöyle devam ediyor: «Biz bir müddet uyuya kalmıştık. Birden Resûlullah (s.a.v.)'ın yanında bir yabancı oturuyor. Resûlullah bize: Şu adamı görüyorsunuz! Gelmiş kılıcımı çekmiş, -ben tabiî uyuyorum- uyandım. Onun elinde yalın kılıç: «Seni benim elimden kim kurtarır?» diye meydan okuyor. Ben de var gücümle, «ALLAH» dedim. İşte bakın (kuzu kuzu) oturuyor.» Resûlullah o adamı cezalandırmadı da salıverdi» (Sahih-i Buhâri, 5/52, 53, 54).

4- İbn İshâk ve Ahmed'in Câbir'den (r.a.) rivayeti: «Biz Resûlullah (s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika' Gazvesi'ne çıktığımızda; önce bir müşrike kadına ok isabet etmişti. Resûlullah (s.a.v.) oradan ayrılıp kafileyle yürüdü. Ama kafile ilerlerken, bu sefer ortalarda olmayan kocası çıkageldi ve yemin ediyordu; Muhammed'in adamlarından birinin kanını dökmeden peşinizi bırakmayacağım diye. Ve başladı Resûlullah'ın izini takibe. Resûlullah bir yerde konakladı ve buyurdu ki, «Bu gece bizi bekleyecek kişi kimdir?» Hemen, Muhacirlerden bir ve Ensâr'dan bir kişi fırladı. «Biz bekleriz ey Allah'ın Resulü!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da bir dere boğazına konaklamıştı. Onlara: «Geçidin ağzını tutun» diye emir verdi.

Adamlar geçidin ağzına gelince; Ensâr'lı, Muhacire dedi ki: Gece nöbetini nasıl arzu edersin? İlk yarı mı, gece yarısı mı? O da yarıdan sonrası daha iyi dedi ve Muhacir nöbetçi yatıp uyudu. Ensâri ise başladı namaz kılmaya. Birden o adam çıkageldi ve Ensâri'yi görünce, ordugâhın nöbetçisi olduğunu anladı. Okunu yöneltti ve nöbetçiyi vurdu. Ama Ensâri yiğit, oku çıkarıp attı, namaza devam etti. Adam tekrar nişan aldı ve vurdu. Nöbetçi yine (vücuduna saplanan) oku çıkarıp attı ve namaza devam etti. Üçüncü kez de aynı durum tekrarlandı ve nöbetçi rükûa, secdeye vardı. Nihayet arkadaşını uyandırdı: Kalk ben vuruldum dedi. Uyanan, «Vuruldun mu?» diye haykırınca, adam onların kendisini fark ettiklerini anladı ve hemen kaçtı. O sırada Muhacir, Ensâri'nin kan revan içinde olduğunu görünce, Allah Allah, insan daha ilk anda beni uyandırmaz mı yahu dedi. Ensârî ise; «Ben bir sûre okuyordum, onu kesmek gönlüme zor geldi. Oklar ardı ardına gelince, artık o zaman seni uyardım. Vallahi bana Resûlullah (s.a.v.) bir geçidi koruma görevi vermişti. Onu kaybetmeyeceğimi bilsem, ya o sûre ile namazı tamamlardım ya da öylece son nefesimi verirdim» (Bunu; Ahmed, Taberî ve Ebu Dâvud birlikte; İbn İshâk'tan, Sadaka bin Yesâr'dan, Ukayl bin Câbir'den ve Câbir İbn Abdullah’tan gelen zincirle naklettiler) cevabını verdi.

5- Buhâri ve Müslim (sahihlerinde); İbn Sa'd, Tabakat'ında; İbn Hişâm, Siyer'inde. Câbir İbn Abdullah'tan naklettiler

Der ki: «Resûlullah (s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika seferine çıkmıştık. Benim çok zayıf bir devem vardı. Resûlullah’ın ordusu yürüyünce, arkadaşlarım ilerleyip gitti, ben gerilerde kaldım. Arkadan Resûlullah (s.a.v.) yetişti. Ne o Câbir? diye seslendi. Ben de işte şu deve ile ağır ağır gidiyorum yâ Resûlallah, dedim. Bana, yık şunu dedi. Yıktım devemi, o da yıktı. Sonra; ver şu elindeki sopayı dedi. Verdim. Aldı sopayla hayvanı birkaç tane okşadı. Sonra bin dedi, bindim ve yürüdük. Onu Hak Nizam ile gönderene yemin olsun ki; benim devem onun devesiyle yarışmaya ve nerdeyse geçmeye başladı.

Bu esnada Resûlullah ile aramızda şöyle bir muhavere geçti:

Resûlullah (s.a.v.): Câbir, bu deveyi bana satsana, dedi.

Ben: Ey Allah'ın Resulü, ne hacet, sana bağışlarım, deyince;

Resûlullah (s.a.v.): Hayır, bedeliyle ver, dedi.

Ben: O halde bir fiyat ver yâ Resûlallah!.

Resûlullah (s.a.v.): Bir dirheme alırım, buyurdu.

Beri: Hayır yâ Resûlallah! O zaman beni aldatmış olursun, dedim.

Resûlullah (s.a.v.): Peki iki dirhem olsun.

Ben: Hayır, dedim. Ve Resûlullah bana fiyatı sürekli yükseltiyordu. Nihayet bir «Ukiyye»ye vardı (Ukıyye: 40 dirhemdir). O zaman ben: Razı mısın yâ Resûlallah? deyince

Resûlullah: Evet, dedi.

Ben: Senin oldu, dedim.

Resûlullah (s.a.v.): «Aldım» dedi.

Sonra Resûlullah sözü değiştirdi:

— Câbir, evlendin mi artık? dedi.

— Evet yâ Resûlallah, dedim.

— Dul mu, kız mı? dedi.

— Hayır dul kadın, dedim.

— Bir kız alamadın mı, birbirinizle oynaşırdınız, dedi.

— Biliyorsun yâ Resûlallah! Babam Uhud'da öldü. Yedi tane kız çocuğu kaldı. Onları başına toplayacak, onlara bakacak, eğitecek bir kadın almayı uygun buldum.

— İnşâallah isabet etmişsindir, buyurdu.

Devamla «Biz Sırar'a (Medine yakınında bir yer) varınca bir deve yavrusu keseriz. Orada böylece bir günümüz geçer. Aile halkı duysun da bize evi hazırlar yastıkları dizerler» gibisine bir şey söyledi. Ben ona: Bizde minder yastık ne gezer? dedim. O da: Olur inşâallah. Sen varınca iyi işler yap, dedi.

Câbir der ki: Sırar'a gelince Resûlullah (s.a.v.), kesme emri verdi ve deve kesildi. O gün orada kaldık. Akşamleyin de Resûlullah ile birlikte Medine'ye girdik.»

Yine Câbir devam ediyor: Sabah olunca devenin yularından tutup, götürdüm. Onu Resûlullah'ın kapısına çöktürdüm. Ve gidip mescitte Resûlullah'ın yanına oturdum. Resûlullah (s.a.v.) çıktı, deveyi görünce sordu: Bu nedir? Dediler ki, bu deveyi Câbir getirdi yâ Resûlallah. Câbir nerede dedi? Beni çağırdılar. Tut devenin yularını yeğenim, o deve senindir, dedi. Bilâl'i de çağırıp ona; Câbir'le git de ona ukıyyeyi ver, diye emir verdi. Gittik. Bilâl ile. Parayı verdikten başka biraz da fazlasını verdi. Vallahi o para bitmek bilmedi ve evimizdeki etkisi belli idi hep. (İbn Hişâm Siyer'inde, Buharî ve Müslim de sahihlerinde buna benzer tarzda nakletti).

İbretler Ve Öğütler

Bu Gazvenin Tarihi Kritiği:

Meğâzi ve siyer bilginlerinden elde ettiğimiz müşterek kanaate göre, bu gazve Hayber gazasından öncedir. Ama bir kısım meşhur araştırmacılar, Beni Nadir olayını müteakip ve Hicretin dördüncü yılda olduğu görüşünü tercih ediyor. İbn Sa'd ve İbn Hibbân gibiler ise, beşinci yılda vuku bulduğunu savunur. Ne var ki, İmam Buhâri Sahih'inde, Hayber'den sonra olduğuna sened gösterirken; kitaptaki sıralayışta Hayber'den önce saymıştır. Hafız İbn Hâcer de, Buhâri'nin delilini, havf namazının «Zâtü'r-Rika'»da meşru kılındığına, «Hendek» savaşında ise Resûlullah'ın havf namazı kılmayıp namazı geçirdiği ve kaza ettiği karinesine dayanarak tercih ediyor. Tıpkı bunun gibi; Ebû Müsâ el-Eş'ari'nin sahihaynin naklini de irdeleyerek; ayaklarının patlaması ile çapıtla sarmaları ve sefere de bu yüzden «Zâtü'r-Rika'» denmesinin esas ve ispat sayarak; Hayber'den sonra olduğunu vurguluyor. Çünkü Ebû Mûsâ Habeşistan'dan, Hayber'den sonra dönmüştü. Nihayet İbn Kayyım, bu delillerin ışığında durumu inceleyerek, bu gazvenin (G. Zatü'r-Rika') Hendek savaşından sonra olduğunu söylüyor.

Bize gelince: Bu gazvenin Hendek olayından önce olduğu apaçıktır deriz. Çünkü Sahîh-i Buhâri'de kesin olarak belli ki; Câbir (r.a.) Hendek savaşı sırasında Resûlullah'tan izin alarak evine gitmiş ve ResûluIIah'ın açlığından söz etmiş, Resûlullah'ı ve ashabını yemeğe davet etmiş olduğu ve Resûlullah'ın da Câbir'in hanımına; «Bundan sen de ye, halka da yedir, çünkü açlık umumidir» dediği bilinirken; Zâtü'r-Rika'da ise Câbir'e, «Peki evlendin mi?» diye sorduğu, onun da evet dediği Sahîhayn'de tafsilatıyla geçti. Yâni o zaman Câbir'in evliliğini Resûlullah bilmiyordu demektir. O halde bu Zâtü'r-Rika', Hayber bir yana Hendek'ten bile önce olmuştu. Durum buna açıkça delâlet eder.

Ben, Hendek savaşını Zâtü'r-Rika' gazasından sonraya alacak, bundan daha geçerli ispat göremedim. Aksi de öyle tabii. Fakat her hâlü kârda, ispatımızın kat'iyyet derecesine vardığını söyleyebilirim.

Hafız İbn Hâcer'in; Resûlullah (s.a.v.)'ın, Hendek savaşında «Havf Namazı» kılmayıp, namazı kaza ettiğine dair yürüttüğü ispata gelince; ona şöyle cevap verilebilir: O gün namazın kazaya bırakılması; Müslüman ve müşrikler arası çarpışma ve saldırıların sürekliliğindendi. Hani ya, namaz için hiçbir fırsat yoktu. Aynı zamanda düşman kıble yönündeydi de. Halbuki Zâtü'r-Rika' gazasında kılınış tarzına bakınca, kıblenin düşman tarafında olmadığı belli. Bu bir gereklilik olduğu gibi; Hendek'te namazın (sıkışık durum yüzünden) kazaya bırakılması, belki, kaçırılan namazların kazasının meşruiyetini açıklamak için de Peygamberi ve maksatlı bir işlemdir. Tıpkı böyle de, Ebû Mûsâ hadîsini açıklaması cevaplandırılır; çünkü o birçok siyer ve meğâzi müellifinin naklettiği Ebû Musa'nın; «Biz Resûlullah (s.a.v.) ile gazaya çıktık. Biz altı kişiydik, bir devemiz vardı» sözünü, Zatü'r-Rika' gazasında cemaatin kalabalık olduğu nedeniyle başka bir olayı böyle adlandırmış olacağı şeklindeki yorumu olan İbn Hâcer, bu görüşü reddetmeye kalkıyor. Halbuki; onun iddiasına hiçbir emare yok. Aksine meğâzî müelliflerinin iddiası kesin isbatıdır. Câbir'den serdettiğimiz hadîste durum açıktır.

Yine bu gazada Müslümanların bir müşrik ile savaştığı kesindir. Özünü yukarıda arz ettik. Ama yine de bazı araştırma ve inceleme, bazı ibret noktaları, delâlet ve müşahedeler koyabilir ortaya. Şimdi bunları anladığımız ölçüde beş madde halinde sıralayacağız:

1- Şeyhayn'in Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den rivayetinde, Zâtü'r-Rika' adının verilmesi bize, Resûlullah'ın arkadaşlarının ödevlerini, dini tebliğ sorumluluklarını ve cihat dâvasını ne derece çilelere katlanarak yerine getirdikleri ifadesinde apaçık görülür ki; onlar mâli imkânsızlık içindedir. Savaşlarında kullanacakları en zarurî ihtiyaçlara hatta bir bineğe bile sahip değil. Altı, yedi kişi bir deveye değişerek biniyor, uzun ve meşakkatli yollan kat ediyorlar. Ama buna rağmen yokluk ve imkânsızlık onları, vazifelerini yapmaktan alıkoyamıyor. Allah yoluna davet ve o uğurda savaşmaktır bu. Onlar bu yolda her sonuca ve çeşitli çilelere göğüs geriyorlar. Ayakları yol yürümekten, taş ve kayalara çarparak parçalanıyor. Tırnakları sökülüyor ve bu çıplak ayaklarına giyecek bir ayakkabı, (çarık v.s.) bulamadıklarından eski elbise parçalarıyla sarıyorlar.

Bütün bunlar karşısında porsuyup sinmiyor, gevşemiyorlar. Müslüman oldukları andan itibaren yüklendikleri ilâhi sorumluluğun büyüklüğünü asla unutmuyor ve bundan yorulmuyorlar. Hep şu ilâhi fermanı zihinlerinde canlandırıyorlar: -Allah mü'minlerden, nefislerini ve mallarını; Allah yolunda savaşmaları, ölmeleri veya öldürmeleri sonucu olarak Cennet karşılığı, satın almıştır (Tevbe:111).

Bu ise, canlarını feda etmek üzere verdikleri ahd ve mîsâk şeklinde yaptıkları bey'atın delilidir.

Burada görebilirsiniz ki; Ebû Mûsâ el-Eş'ari (r.a.) bu haberi yaymakta nefsini serbest görmüyor. Ağzından kaçırdığı şeyden tiksiniyor. Gazveye (Zâtü'r-Rika') adı verilmesinin sebebi sorulduğunda verdiği bu cevapla, Allah indinde ecir beklemesi gereken bir hususu ifşa etmekten nedamet duyuyor.

Bu da İmam Nevevi'nin dediği gibi, Sahâbe-i Kirâm'ın yaptıkları sâlih amelleri gizli tutmak, Allah'a itaat sadedinde çektikleri çileyi ifşa etmemekte titizlik gösterdiklerini anlatır. Ancak, bir şeyin anlatılması ve bir maksadın tahakkuku için mecbur olurlarsa anlatabiliyorlar. Meselâ, ibret alınsın, uyulup amel edilsin diye. Ancak böyle bir hayır niyeti ve bir ulvi gayenin tahakkuku için selef-i sâlihin kendi faziletinden bahseder. Güzel amellerinden söz açtığı olur (Nevevi'nin Müslim Şerhi'ne bak: 12/197, 193).

2- Resûlullah (s.a.v.)'ın bu gazvedeki tutumu ve cemaatin ona uyması, namaz kılışları, aynı zamanda «Korku Namazı»nın meşruiyeti ve esasları için de bir dayanak teşkil ediyor. Ve böylece «Havf Namazı» nın iki durumu ortaya çıkıyor. Birisi, düşmanın kıble cihetinde bulunmasına göredir. Öbürü ise, düşmanın başka bir yönde bulunuşuna göre. İkinci durum, Resûlullah (s.a.v.)'ın Zâtü'r-Rika' gazasında kıldığı namazın mahiyetini tespit eder. Yâni, namaz vakti daralmıştır. Sadece kıbleden değil, çeşitli yönden düşman gelmiştir. Ve yine Müslümanların takip edilmesi, namazla meşgul olduklarını görünce saldırmaları ihtimalinden korkulmaktadır. Onların toptan namaza durduklarını görürlerse, toptan saldırıp kılıçtan geçirebilirler.

Bu durumda Resûlullah (s.a.v.) bir grup sahâbesiyle namaza başlamıştır. Kalanı ise çok yönlü bir gözetlemede kalmış, düşmanı kontrol ediyorlardır. Resûlullah namazı yarılayınca, yâni birinci rek'atı bitirip ikinciye kalkınca; arkasında namaz kılanlar, ferden kılmaya başlıyor ve ikinci rek'atı çarçabuk kılıp selâm vererek ayrılıyor. Koşup nöbeti devr alıyorlar. Bu sefer de öbür arkadaşları koşup, daha Resûlullah (s.a.v.) ikinci rek'attayken yetişiyor, ona uyuyorlar. Kalan rek'atı onunla birlikte kılıyorlar. Daha sonra da (Resûlullah selâm verince) tabii olarak kalkıp, kaçırmış oldukları rek'atı ferden tamamlıyorlar. Resûlullah da oturduğu halde bekliyor ve ona yetişip selâm veriyorlar.

Namazın anlatıldığı şekilde iki cemaat halinde kılınmasını gerektiren ve imkân veren duruma gelince, bu iki sebebe bağlı gözüküyor:

a- Hepsinin Resûlullah (s.a.v.)'a uyarak namaz kılmış olma kastı. Ki, bu şartlar aynen tahakkuk etse bile başkası için düşünülemez.

b- En zor şartlarda bile cemaat ve birliğin, bütünlüğün önemini gösterir. Yâni halkın bölük bölük olup ardı ardına cemaatler halinde namaz kılmaları, zaruret olmadıkça mekruh olur.

Ama Hanefilerin büyükleri bu konuda birinci sebebi esas almışlar ve «Korku Namazı»nın, Resûlullah (s.a.v.) vefat ettikten sonra meşruiyetini (anlatılan tarzıyla) kaybettiğine hükmetmişlerdir.

3- Resûlullah (s.a.v.) ağaç altında uyurken, onun kılıcını alan müşrik hikâyesine gelince: Okuduğunuz gibi cereyan etmiş hakiki bir olaydır. Bu da apaçık, Cenâb-ı Hakk'ın Nebi (s.a.v.)'sini koruduğunu, kolladığını gösterir.

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Resulüne verdiği harikulade hallerden birisi olarak, sana büyük ibret ve gözünü açıcı, kesin olarak o yüce şahsiyeti tanıtıcı bir durumdur. Malûmdur ve kolay kavranır ki, o derin uykuya dalmışken, gelip kılıcını alan müşrikin ona saldırıp öldürmesi işten bile değildi.

Yine, kılıcını indireceği anda, düşmanına karşı bu bulunmaz fırsatı kaçırtan ve müşriki o anda, «Benim elimden seni kim kurtaracak?» dediği halde, kararından ve azminden vazgeçirten kimdi, neydi? Ha, işte bu müşrikin de hesap edemediği bir şeydi: Onun aklından geçiremeyeceği yardım, Allah'ın inayeti, Resulünü himayesi. Bu inayet ve himaye yetmişti müşrikin kalbinin korkuyla dolmasına, bedeninin zangır zangır titremesine ve kılıcın elinden düşmesine, nihayet mahcup bir halde Resûlullah'ın huzurunda oturmasına yarayan buydu.

Yine bu hâdiseden öğreneceğimiz en önemli bir şey de şu âyet-i celilenin Hak bildirisi: -Allah mutlaka seni insanlardan koruyacaktır (Maide:67). Âyette düz anlamda bir koruma bildirilmiyor. Çünkü eza ve cefa olarak Resûlullah kavminden epey çekmiştir. Malûmdur ki, bu sünnetullahtandır. Ama buradaki koruma, onu kimse yakalayıp hapsedemez ve öldüremez, onun risâletini, tebliğini ortadan kaldıramaz demektir.

4- Yukarıda Câbir İbn Abdullah kıssasını anlatmıştık. Ve onun, Resûlullah, Medine'ye dönüş sırasında, yol boyunca konuşmalarını nakletmiştik. Görüldüğü üzere orada, gaza ile ilgili pek bir şey yoktu. Ama Resûlullah (s.a.v.)'ın huy ve ahlâkını yansıtan unsurlar tespit ediyor, o muhavere. Sahabesine karşı ince bir ruh ve zarif nükteleriyle, ne derece derinden ilgi duyduğunu okuyoruz. Ne üstün bir ahlâk! Ne lâtif bir insanî ilişki. Nükte ve latifede incelik. Arkadaşlarına ne derin muhabbet var O'nda.

Serdettiğimiz kıssayı iyi düşününce, görecek insan, Câbir gibi sıradan bir sahabesinin bile evindeki problemlerine kadar ilgileniyor: Onun babası Uhud savaşında şehit olmuş, o da ailenin en büyük erkek çocuğu olduğundan, ailenin bütün yükü onun omuzlarına kalmış. Babasının arkada bıraktığı bir sürü kız çocuğunu yetiştirme işine kadar. Üstelik mali imkânı da kısıtlı olduğundan durumu çok naziktir. Ve sanki Resûlullah (s.a.v.)'a o bir işaret olmuş, Câbir'in kafileden geri kalışı, yokluk yüzünden bir zayıf deveye binmek zorunda kalmış olduğunu konuşmaya başlamakla, bütün perişanlıklarını dile getirmesine vesile olması.

Nitekim O'nun (s.a.v.) âdetidir arkadaşlarıyla yol yürümesi halinde, onları tek tek yoklayıp durumlarını tanımak isterdi.

Bu sefer de sanki, öyle bir fırsat icadetmek istemiş, geriye kalmış da onunla yürümeyi plânlamış ve gördüğün gibi tatlı nüktelerle, kendine has mizahlarıyla, üçüncü kişi olmaksızın onunla yol boyu konuşmuştur.

Önce ona, devesini satmasını teklif ediyor. Ve bunu, Câbir'e yardım etmek için, onun müşküllerini ortaya çıkarıp çare bulmak için, bir bahane ediyor. Hemen de evinden ve ailesinden soruyor. Ama çok ince nüktelerle. Yeni evliliğinden ötürü onu takviye ve gönlüne destek oluyor. Nihayet Medine yakınına varınca orada birkaç saat te'hir ediyorlar. Medine halkının, onların gazadan döndüğünü öğrenmelerini bekliyor. Câbir'in hanımı da işitsin istiyor. Durumunu düzeltsin, evini nizama sokup süslesin istiyor. Câbir ise uygun bir üslûpla burukluğunu dile getiriyor: «Yâ Resûlallah, bizde yastık, minder gibi şey nerede?» diye. Resûlullah (s.a.v.) ise, olacak olacak diye, onu teselli edici cevap veriyor.

Onun insanlarla muaşeretindeki tatlılığın hârika tablosudur bu. Sözünün üstünlüğü, nüktesinin tatlılığı, ashabıyla olan söyleşisinde apaçık görülüyor. Evet bize onu görmek, onun meclisinden nasiplenmek, gaza ve seferinde eşlik etmek mukadder değilmiş, ama biz onun siretinden ve ondan gelen haberlerden, kokusunu alıp, şevkten titriyoruz. Sanki görmekten ve katılmaktan mahrum olduğumuz meclislerini haberlerde tanıyarak görmüşten daha çok etkileniyoruz. Katılamadığımız savaşlarında heyecanlanıyoruz. Yâ Rab, bize ebedi Cenneti'nde onunla buluşmak ve bütün bunları müşahede etmek nasibet.

Ve bize gayret ver; onun tebliği ve hidâyetine uyalım, senin şe-riatının tatbik ve icrası için her çile ve zulme dayanabilelim.

5- Müslüman, bu iki sahabenin taşıdığı güzel haber önünde durup uzun ve ciddî bir tefekkürde bulunmalıdır. Yâni şu bir geçitte nöbetçi olarak kalmalarını Resûlullah'ın emrettiği kişilerin serencamı. Böylece cihadın karakterini ve aynı zamanda sahabenin buradaki uygulamasını kavramış olur. Cihat sadece maddi güçle düşmana karşı çıkma eyleminden ibaret değildir. Ve hiçbir sahabe de asla bu işi bu kötü tarzda anlamamıştır.

Çünkü cihat, Resûlullah'ın ta'lim ettiği, sahabenin de tatbik ettiği üzere; Müslümanın bütün benliği ile giriştiği, huşu, teslimiyet ve iffetle uyguladığı en büyük ibâdettir. Mü'minin bu anda Rabbine yakınlığı o derecedir ki, artık tüm bir dünya hayatını geriye atmış, hep ölüm ve şehadeti karşılama tasasındadır.

Bunun için de gerçekten, Ensâr'dan Abbâd İbn Bişr (r.a.)'in gece nöbetinde, kendi sırası gelince, namaza durduğu anda, ilâhî huzurda başladığı sûreyi bitirmeden namazdan ayrılmayışı tabiidir. Çünkü o bütün benliği ile kendisini o sûre-i celilenin ilhamına kaptırmıştır. Sahabenin ciddiyeti gereğidir bu. Artık bu haldeyken kendisine atılan ve vücuduna saplanan oka bile aldırmayışı da normal davranış demektir. Hatta ikinci oka da aldırmaz. Çünkü o an beşeriyetini Rabbinin ulûhiyyeti önünde yok bilir. Ruhuyla, cismiyle topyekûn bir işe vermiş ki, ilâhî şuur onu sarmış, o kendisiyle de çevresiyle de irtibatsızdır. Artık, yalnız Hâlik'ından ebedi hayat dilemede. Fânî hayat akla mı gelir?

Nihayet, ibâdetinin ana çizgisi ve ekseni saydığı sûre bitince, rükû' ve secde düğümleri tamamlanınca, tekrar beşeriyetine döndüğü an vücudundaki oku hissediyor. Bu da acısını çektiğinden değil de kendi hayatını kaybedince, asıl üzerine aldığı ödevin gayesini kaybetme ve bu sükûtu yüzünden ağır bir sorumluluk altına düşme endişesinden ötürü. Budur onu, üçüncü ok değince, namazdan ayrılmaya ve de arkadaşını uyarmaya zorlayan. Böylece geçidin korunma eylemini arkadaşına devretmiş oluyordu.

Müslüman kardeşler düşünsün o zâtın şu sözünü: «Vallahi, Resûlullah'ın emrettiği koruma görevimi aksatmaktan korkmasam, ya namazı bitirir, ya da o halde can verirdim.»

Cihadın karakteri işte budur. Yâni Allah'ın has kullarından, zafer ve kurtuluş va'dettiği kimselerden beklediği cihat biçimi. Bütün yönlerden, tüm "maddi güçler üzerine çullansa bile, bu tavrı taşır elhamdülillah.

Şimdi kıyasla; seni esef ve özlemle yakacak, bu cihatla, günün dedikodusunu yapıp kurduğu cihadı. Boş övünç ve ayran kabartma cihadını (!)

Allah'ın yeryüzünde tecelli eden adlini düşün ve durumu kıyasla. Göreceksin ki, Allah kimselere zulmetmiyor, insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.

Ve sonra, ellerini açıp yalvar da saçma sapan işlere girişenler yüzünden Allah'ın bizi helak etmemesini iste. Sıcak, yakıcı göz yaşlarını dök. Allah huzurunda kulluğun derecesini bil ve sadık kulluğa ermeye çalış. Hatalı davranış ve kusurlarından ötürü bizi cezalandırmaması için yalvar.