İbretler Ve Öğütler
Bu gazadan şu esasları elde etmekteyiz:
1- «Seleb» ve «Humus»u istisna ettikten sonra ganimetlerin savaşçılar arasında taksim edilebileceği. Seleb ise (öldürülenin silâh ve benzeri şahsi eşyasıdır) Resûlullah (s.a.v.)'ın şu kavline göre öldüren gazi tarafından alınması caizdir: «Bir müşrik savaşçıyı öldürene onun eşyasını alması bir haktır. Humus (Beşte bir ganimet) ise, Allah'ın kitabında zikrettiği kimselere aittir.» Ayette ise: «Dikkat edin, elinize geçen ganimetin beşte biri; Allah'a, Resûlü'ne, onun yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara mahsustur» (Enfal:41). Kalan beşte dördü ise, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)'ın yaptığı gibi savaşçılara pay edilir.
Bunda, yâni menkul malların taksimindeki bu ölçüde bütün imamlar müttefiktir.
Arazilerin taksimi mes'elesinde ise; Beni Nadir olayı sırasında arzettiğimiz gibi, ihtilâf vardır.
2- Cima ânında, «Azl»in (veya doğum kontrolü)nün hükmü: Nutfe'nin ve Alaka'nın, daha ruh üflenmeden önce düşürülmesi de buna bağlanabilir. Tıpkı bugün genel olarak, «Nüfus plânlaması» özel olarak, doğum kontrol veya sınırlaması adı verdikleri işlemin durumu gibi.
Bu konuda zikredilen hadiste «Azl'in cevazı» açıktır. Nitekim bu hususta kendisinden fetva isteyenlere: «Yapmamanızı gerektiren bir şey yok.» (Başka bir rivayette de «Yapmanıza engel yok. Çünkü kıyamete kadar ne takdir edilmişse o canlı, vücuda gelir» buyurulmuş). Yâni, sizin, azil işinden vazgeçmeniz gerekmez. Çünkü şüphesiz Allah ne takdir ettiyse o olur. Sizin çabanızla o önlenmiş olamaz, demektir.
Bu hadisten daha açık olarak da Şeyhayn'in Câbir (r.a.)'den yaptığı rivayettir. O diyor ki, «Resûlullah zamanında biz Azl yapardık. Kur'an da inmeye devam ediyordu.»
İşte buna dayanaraktır ki, cumhûr-u ulemâ, azl'in uygulanmasını caiz görmüşlerdir. Ancak, zevcenin muvafakatini da şart koşmuşlardır. Çünkü bu uygulama bazen kadına zararlı olabilir. Ama, azl'in sebebi, nafaka darlığı, işsizlik ve bakım endişesi ise bunu hoş görmemişlerdir.
İbn Hazm ise cumhurun görüşünün aksine mutlak mânâda azlin haram olduğu kanaatindedir. Delil ise Müslim'in rivayetidir:
Resûlullah'tan azl hakkında sual sorulunca buyurmuştur ki; -Bu dolayısıyla diri diri gömmektir.» İbn Hazm'ın buna dayanak olarak getirdiği diğer hadislerin hepsi de mevkuf hadîstir. Bunlardan bir tanesi Nâfi tarikiyle İbn Ömer'den gelen rivayettir: İbn Ömer azl yapmaz ve «Evlâdlarımdan birinin azl yaptığını bilsem onu sürgün ederim» derdi. Başka bir rivayeti de Haccâc bin Minhâl tarikiyle Hz. Ali'dendir. Rivayete göre de o da azli hoş görmezmiş.
İbn Hazm, cumhurun delil olarak aldığı Câbir hadîsinin mensuh olduğunu söylüyor (Bak: el-Mahlâ, İbn Hazm: 10/87).
İbn Hâcer de Fethü'l-Bârî kitabında İbn Hazm’ın görüşünü zikrettikten sonra şöyle diyor: «Bu görüş, şu iki hadîse ters düşer. Birincisi: Câbir'den, İbn Kesir, Yahya, Ma'mer tarikiyle Tirmizî ve Nesai'nin sahihlerinde tahric ettikleri şu hadistir.» «Bizim cariyelerimiz vardı ve biz azl yapardık. Yahudiler de bu diri diri gömmenin küçük örneğidir derlerdi. Resûlullah (s.a.v.)'dan sorulunca buyurdu ki: «Yahudiler yalan söylüyor. Allah yaratmak istedikten sonra O'na mâni olamazsınız.» İkinci hadîs ise Ebû Hüreyre'den Ebi Seleme ve Muhammed bin Amr tarikiyle yine Nesaî'nin tahric ettiğidir (Fethü'l-Bârî: 2/245.).
Bence Resûlullah (s.a.v.)'m azl hakkındaki «Bu bir gizli diri gömmektir» ifadesinde yasaklama kastedilmediği açıktır. Hatta bu sözün, öbür hadisler ışığında tenzihi bir nehye yorumlanması daha uygundur. Zâten, cumhur da bu kanaate varmıştır.
İbn Hazm'ın, azli mubah gören hadisin mensuh olduğunu iddiası ise; Ebû Dâvud hariç Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettiği Câbir hadîsiyle reddedilir: «Biz Resûlullah (s.a.v.) zamanında, Kur'an da nazil olup dururken azl yapardık.» Müslim ise buna şunu ziyade kılmıştır: «Bu mes'ele Resûlullah (s.a.v.)'a ulaşınca bizi menetmedi.» Eğer azlin mubah olması hükmü, Resûlullah'ın vefatına kadar devam etmiş olmasa, Câbir bunu söylemez. Ve takarrür eden son şer'i hükmü de açıklardı.
Rûh üflenmeden önce nutfenin düşürülmesinin hükmü ise, azl için açıkladığımız hükme tâbidir. Bununla beraber ulemadan bazısı, azle fetva verirken nutfenin ıskatını haram görmüşlerdir. Öyle gözüküyor ki, zoraki olarak kıyastan kaçınmışlar. Ve henüz «alaka» haline gelmemiş olan nutfe'ye nazaran mudga'yı insan zât ve hilkatine daha yakın addetmişlerdir.
Bu, sebebi anlaşılmaz bir kaçınmadır. Kim bilir, belki, hamileye önemli zarar vermesi bakımındandır.
Burası anlaşılınca, nüfus plânlaması ile ilgili şer'i hüküm de anlaşılmış olur. Azl yerine ilâçla hamileliğe engel olmak diye anlaşılırsa, bu caizdir. Tabiî, cumhurun, azli caiz görmesine esas olan sebeplere bağlı olarak. Ama, kadına herhangi bir zarar gelmemesi ve karı -kocanın ittifak etmesi şartıyla bu böyle.
Ben fakih imamlarımızdan (Allah rahmet etsin) hiçbirinden bu hükme muhalefet işitmedim. Sadece Hafız Veliyyüddin el-Irâki’nin; Şeyh İmâdüddin bin Yûsuf ve Şeyh İzzeddin bin Abdüsselâm’dan naklettiği bir husus var. O bu iki zâttan kadının herhangi bir ilâç kullanmasının haram olduğuna dair görüş nakletmiştir. Yâni hamileliği önlemek için. İbn-i Yûnus ise, kocası razı olsa bile böyledir diyor (Târihu't-Teşrife ve Şerhuhu, Hafız el-Iraki: 8/62).
Bize gelince, deriz ki: Bu görüş sünnetteki işaret gereği olarak alınmıştır. Cumhurun kanaati de buna dayanır.
Şu kadar var ki bu konuda bilinmesi gereken en önemli şeylerden birisi; azl veya bugün kullanılan genel terimiyle doğum kontrolünün mubah olmasına dair hüküm gerçek mânâda karı ve kocanın müşterek rızasına bağlıdır. Dışardan herhangi bir baskı veya telkin olmadan, zorlanmadan buna karar vermiş olmalıdırlar. Çünkü ihtiyacına binâen bir ferdin uygulaması caiz olan şey bazen cemaat için meşru sayılmayabilir. Bu herkesin kabul ettiği bir fıkıh kaidesidir.
Meselâ : Talâk evli bir kişi için ihtiyaç ve maslahata binâen ferd için câiz görülürse de: Hâkim hiçbir zaman halka bunu emredemez. Ne zorlama ne tavsiye ne de tecziye için bunu yapamaz. Yâni böyle bir tevcih ve tavsiye ile olacak şey değildir. Nesli tahdit etmek tamamen talâka benzer. Bu mühim kaideyi iyi düşünüp güzel anlamalı, günümüzde rastgele fetva vermeyi kendisine san'at edinmiş kimselerin şu tür sözlerine aldanmamalı: Sünnet doğum kontrolünü mubah kılmıştır. Bu da devletin halka uygun gördüğü şekilde bu hususta direktif vermesine delil teşkil eder ( Târihu't-Teşrife ve Şerhuhu, Hafız el-Iraki: 8/62).
Gerçek şu ki; bu delille, o mes'ele arasında hiçbir bağlantı yoktur. Sadece terse çekme ve demagojiden ibaret bir tutumdur.
Özet olarak azl veya doğum kontrolü mes'elesi: Karı-koca arasında karşılıklı alâka, bağlılık, sevgi ve ikisini bir araya getiren ihtiyaç açısından iyi incelenince anlaşılır ki; hiç de çözülmez bir mes'ele değildir. Yukarıda geçtiği üzere.
Fakat ona belli bir ideoloji istikametinde halkı, birtakım sebepler göstererek aldatıp saptırmak için bir prensip olarak bakılınca son derece tehlikeli ve önemli bir mes'ele olduğu anlaşılır. Ve bu durumda da Müslümanların savaş açması gereken ve şuurlu olarak karşı çakacağı bir husus olur. Bu da önce İslâm düşmanlarının onları yok etmek için hazırladıkları hile ve tuzakları iyi kavramaya bağlıdır. Onlara aldanmamaları, abarttıkları ve durmadan yaydıkları iktisadi problemlere kulak asmamaları ve açlık problemi gibi şeylerin bu hilenin bir parçası olduğunu anlamaları yakışır.
3- Abdullah İbn Ubey İbn Selûl'ün, yukarıda gördüğümüz şekilde çıkardığı fitneye karşı Resûlullah (s.a.v)'in aldığı tedbir. Bu hârika tedbir ona Allah'ın parlak bir lûtfudur. İşlerin yürütülmesinde halkın eğitimiyle müşkillerin üstesinden gelmede üstün bîr siyaset. Hani ya, Resûlullah (s.a.v.)'ın İbn Selûl hakkında işittikleri zahiri durumu ile onu katlettirmesine fazlasıyla yetecek bir sebep idi. Fakat O, aksine mes'eleyi çok geniş kalplilikle karşılayıp, cereyan eden münakaşalar ve anarşik davranışları görmezlikten geldi. Çünkü o gün orduda çok sayıda münafık vardı, öyle bir bahane arı-yorlar idi ki; yeri yerinden oynatsınlar. O da mes'eleye önem verme-mek, üzerine gitmemek ve aynı zamanda çok değişik ve hikmetli bir tedbir almak yolunu seçti. Hiç de âdeti olmayan bir zamanda orduya yürüyüş emri verdi. Böylece onlar da yürümeden fırsat bulup bir araya gelemediler ve işin dedikodusunu yapamadılar. Ve bu yürüyüş bütün gün ve gece sürdü. İkinci gün oldu, artık kimsede, münafıkların aradığı fitneye katılacak mecal kalmadı. Mola verilince de kimse bir çift söz etmeye fırsat bulamadan, yerlere serilip derin uykuya daldı gitti.
Bütün bunlara rağmen halk Resûlullah (s.a.v.)'dan, Medine'ye varınca münafıklara karşı sert bir tavır almasını bekliyordu. Şüphesiz ki bu da Abdullah İbn Ubey İbn Selûl'ün boynunun vurulmasıyla başlayacak idi. Bu yüzdendir ki onun oğlu Abdullah (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a müracaat ederek, eğer babasının katline hükmederse bu işe kendisinin vazifelendirilmesini istiyordu. Ama o, Resûlullah'dan beklediğinin tamamen aksine bir tavır gördü. Çünkü o, «Hayır, onunla dost olacağız ve bizimle beraber olduğu müddetçe de iyi geçineceğiz» diyordu. Bunun sebebi olarak da Hz. Ömer (r.a.)'e yaptığı şu açıklamayı görürüz: «Nasıl olur yâ Ömer! Halk bu sefer Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem) kendi arkadaşlarını öldürüyor mu desin?»
Bu büyük hikmetin sonucu olarak da Abdullah İbn Ubey kendi ekibinin gözünden düştü ve onu herkes azarlayıp ayıplamaya başladı. Ne zaman konuşmak istese de susturuyorlardı. Ayrıca bilirsiniz ki, zâhir-i ahkâma göre münafıklar ihtiyati tedbir olarak müslüman sayılmışlardır.
Resûlullah (s.a.v.)in göstermiş olduğu bu parlak hikmet ve siyaset ve mes'eleler için aldığı tedbir üzerine değişik yorumlara dalmadan önce şunu tekrar hatırlatmamız gerekiyor. Bütün bu tecelliler onun peygamberlik sıfatından doğmaktadır. Yâni onun gösterdiği bunca hikmet ve hârikalar tamamıyla insanlara gönderilmiş Nebi ve Resul olmasının sonuçlarıdır. Bu bakımdan diyoruz ki; o ilk esası düşünmeden, yâni onun Nübüvvet ve Risâletini düşünmeden önce bu fer'i tecellileri tahlil etmek ve bunları esas almak, bunlardan yürüyerek onun büyüklüğüne ulaşmaya çalışmak, büyük bir hatâdır. Çünkü bu türlü gidiş -yukarıda açıkladığımız gibi- Müslümanları, onun Nübüvvetini düşünmekten alıkoymak isteyenlerin işgalci fikirleridir ve böylece körü körüne maymun iştahı ile taklit etmeye alıştırırlar mü'minleri! Mes'eleyi de Peygamberin beşerî dehâsına bağlamak, böylece Nübüvveti örtmek hedefindedirler.
4- İfk olayına gelince: Bu hâdise Resûlullah (s.a.v.) 'ın karşılaştığı, düşman eziyet ve hilelerinin en çetin halkalarından birisidir. Ve bu eziyet daha öncekilerin hepsini unutturacak derecede ağır gelmişti nefsine. Bu da yine münafıkların kötü karakterinin eseri olmuştu. Zira münafıklar öbür bütün düşmanlardan çok daha âdi, hileleri daha ustaca ve zararlıdır. Çünkü fırsatlar ve imkânlar onlara daha çok elvermektedirler. İşte ifk haberi de münafıklara özgü hıyanetlerden birisidir.
İşte bu olay da Resûlullah'ı ötekilerden daha değişik bir derecede üzmüştü. Çünkü daha önce geçenleri -ondan gelen nakillerle öğrendiğimiz üzere- olağan çileler olarak göğüslemiş ve onlara tahammül için nefsini hazme zorlamıştı. Hani ya, çıktığı büyük da'vet yolunda bu çileler sürpriz değildi, zaten beklenecek cinstendi. Ama bu umulmadık bir fecaat, geçiştirilmesi ve hazmi mümkün olmayan şeydi. Bugün başka bir gündü. Bir şayia ki; eğer doğru çıksa, insan haysiyet ve şerefi için onulmaz bir yara, mânevi ve ailevi bir leke olacaktı.
Ama aslı olmasa da bu şayia insan ruh ve vicdanına ettiği etki bakımından, öbür eza ve cefa ile kıyaslananı azdı. Hiçbir ilâcı bu-lunmaz, ruha ve nefse yüklenen ezadır bu.
Bunu insanların açıklaması ve hakikati ortaya koyup şayiayı silmesi mümkün olmadığına göre, gerçeği aydınlatacak tek çare, vahyin gelmesi ve münafıkların tezgâhladığı iftirayı kökünden kazıması gerekmez miydi? Bu ızdırap ve tereddüdü silmeli değil miydi? Ama vahiy de bir aydır gecikmiş, bu da ayrı bir karışıklık ve bocalama sebebi olmuştu.
Bütün bunlarla birlikte, ifk olayı bile, Resûlullah (s.a.v.)'ın üstün şahsiyetini bir kere daha belirginleştirmek için, ilâhî hikmet ve hedefe bağlı olarak zuhur etti. Onu örtüp ters gösterebilecek hiçbir gücün, hiçbir hile ve iftiranın bulunamayacağını vurgulamak için. Yâni Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatında, nübüvvetinin yeri ile beşeriyetinin mevkii, böyle bir olay zuhur etmese gerek mü'minler gerek kafirler tarafından kavranamaz, karıştırılıp gidebilirdi. Bu beşerî şahsiyetini şiddetle sarsan olay insaniyetiyle nübüvvetini seçilir hâle getirdi. Onun Peygamberliğinin anlamı net olarak, vahyin yeri de kesin çizgilerle, gözler önüne serilip açıklanmış oldu. Artık onun peygamberlik yönü ile beşeriyet yönünü karıştırmaya mahal bırakılmamış oldu. (Çünkü çoğu kimse onun vahiyle sunduğu hârikaları, onun kişiliğine atfederek, nübüvvet müessesesini unutuyor veya örtmek istiyorlardı).
Nitekim Resûlullah, aniden patlayan bu olay karşısında normal insan haliyle düşünüyor, araştırıyor; Nübüvvetinin ve Risâletinin masumiyet çemberine rağmen, rastgele bir beşer gibi karşılıyordu olayı. O gaybı bilemiyor, meçhule nüfuz edemiyordu. Bu tavır, asla yapmacık değil, tamamen tabiî ve normal idi. Normal biri gibi üzüntü çekiyor, endişe gösteriyor, çeşitli görüş alıp veriyor, güvendiği arkadaşlarıyla istişare edip görüşlerine başvuruyordu.
Bütün bu sıkıntılı anlara rağmen de, O'nun (s.a.v.) insanî yönünü net olarak akıllara kavratmak hikmetine bağlı olarak da vahiy hayli uzun sayılacak derecede kesiliyor ve bununla da iki gerçeğin halka önemle belirtilmesi hedef alınıyordu:
Biri: Nebi (s.a.v.)'nin Resul ve Nebî olmasına rağmen beşer olmaktan çıkmadığı, ilâhlaşmadığı gerçeğidir. Yâni O'na inanan kimse bilmelidir ki; Nübüvvet asla beşeriyet sınırını aşamaz. Allah'a nisbet edilemeyen birçok etki ve iş, O'nu da etkiler, O'na da bu şeyler nisbet edilir.
İkincisi ise: Vahiy, olayı ilâhîdir, asla peygamberin şuur ve nefsinden doğan, ondan kaynaklanan bir hâl değildir: Yine vahiy O'nun isteğine tâbi, O'nun dilemesi ve zevki istikametinde, istediği anda gerçekleşecek bir şey de değildir. Hani ya böyle olsa, o zaman, hâdisenin zuhur ettiği anda nefsini kurtarması, olayın ilerisinde türeyecek şeyleri önlemesi, yâni mes'eleyi bir anda bertaraf etmesi kolaydı. Ve o hangi yönde hayır varsa, vahyi öylece işletir, samimî ashabına, Kur'ani bir güvence verip ikna eder, onlar da öbürlerini susturup, ağızlarını kapatırdı. Ama bunu yapamadı. Çünkü bu onun elinde değildi.
Şimdi size, bu gerçeğe dair, Dr. Muhammed Abdullah Dıraz'ın «en-Nebeü'l-Azim» adlı eserinde görüşü naklediyoruz:
«İfk olayını münafıklar onun temiz zevcesi Hz. Âişe (r.a.) hakkında tertib etmişlerdi. Vahiy gecikmiş, halk bunalmıştı. Gönüller derinden yaralanmıştı. Ama o bütün dikkat ve sabrıyla: «Ben ondan böyle bir kötülük ummuyorum» diyebiliyordu. Yine bütün gücüyle söylentinin kökenini arıyor, soruyor, ashâbıyla danışıp konuşuyor ve bunun üzerine tam bir ay geçiyor. Sonunda da herkes, «Ondan böyle bir kötülük ummadığını söylerken, o da hepsinin sonucunda sadece «Âişe! Bana şu şu tarzda bir haber ulaşmış bulunuyor. Eh, sen günahsızsın, Allah seni temize çıkaracaktır, ergeç. Ama şayet hatâen bir suç işledinse, artık Allah'a sığın» demekle yetiniyordu.
Bu onun içinden doğan şeydi. Bu ise, görüldüğü gibi, gaybı bilmeyen bir beşerin sözüdür. Zan ile hareket etmeyen, sabit karakterli, dürüst bir kişiye yakışan ifadedir. Bilmediği şey hususunda rastgele söz etmeyen bir hüviyyetin ifadesi. Şöyle ki; bu sözleri söylerken de daha yerinden ayrılmadan, o şerefli hanımının beratını veren, temizliğine dair hükmü getiren Nur sûresinin başındaki âyetler nazil oluyor.
Eğer Kur'an'ı indirmek elinde olsa, bu kurtarıcı kelâmı ta baştan söyleyivermesine engel ne olabilirdi? İşin başında ırzını koruyup, aile şerefini ve eşinin problemini semavi vahye bağlayıverirdi. O gözü dönmüşlerin de dilleri dibinden kesilirdi. Ama O, ne Allah'a ne de insanlar üzerinde yalana tevessül etmezdi.
«Eğer O, bazı sözleri bize karşı kendinden uydurmuş olsaydı O'nun sağ elini alıverirdik. Sonra şüphesiz kalp damarını koparırdık. O vakit sizden bir kimse de buna mâni olamazdı».
Böylece de, Hz. Âişe (r.a.) hakkında iki gerçeğin tahakkuk ettiği hanımların ilki oldu. Öyle ki, o sadece Allah'a ibâdet ve O'nu birlemede kendine has bir mezhebin öncüsü oldu. Bu anlayışta Allah'tan başka ve Allah'a denk hiçbir varlık tanınmıyor. İşte bunun için, anası ona, Resûlullah'ın önünden kalkıp ona teşekkür etmesini tavsiye ettiği zaman; «Ne ona kıyam ederim ne de Allah'tan başkasına teşekkür ederim. Çünkü beni tebriye için vahyeden Allah Teâlâ'dır» dedi.
Hz. Aişe (r.a.)'nin bu sözlerinde Resûlullah (s.a.v.)'a yönelen bir tariz görülür gibi ise de; durum ve şartlara dikkat edersek, bu sözü söyleten onlardır.
Ve esasen, mü'minlerin akidesini ortaya vurdurmak için hikmet-i ilâhinin oluşturup yönelttiği bir hâlet-i ruhiyyenin eseri olduğunu kavrarız. Aynı zamanda da iftiracı münafıkların ve mülhidlerin imkânını kesmek, tevhid ve ubûdiyyetin de, bütün mânâ ve şümulüyle yalnız Allah'a mahsus olduğunu açıklamak.
İşte böylece «ifk olayı» da İslâm akidesini pekiştirmek hedefiyle tecelli eden, anlaşılması oldukça zor, bir ilâhî hikmet sonucu tahakkuk etti. Yönelecek her şüpheyi de böylece bertaraf ederek, Cenâb-ı Hakk'ın isimlendirdiği bir tür hayır oldu: «Onu siz, sizin için şer zannetmeyin, aksine sizin için hayırdır o.»
5- Şu ifk olayında, ayrıca: «Haddi- Kazf» yâni iftiraya verilen cezanın meşruiyetini de öğrendik, Zira, Nebi (s.a.v.) açıkça iftirayı yapan, ağızlarıyla söyleyenlere had vurulmasını emretti. Ve kesinlikle seksener değnek vurulduğu belli. Ancak baş tahrikçi Abdullah İbn Selûl'ün bu cezadan kurtuluşunu anlamak müşkil olabilir. Zira bu fitnenin ağırlığı onun omuzundadır. Ama İbn Kayyım'ın dediği gibi burada da çok önemli bir sebep ve hikmet var: Evet bütün mel'anet ve iftiranın kaynağı o ama, o bunu bizzat ağzıyla söylemek yerine fitnesini şöyle yürütüyordu; dedikoduları topluyor, biçimlendiriyor ve etrafa, başkasından naklen yayıyor. Böylece çuval kendisi, ağız başkası oluyordu (İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd: 2/115). Halbuki iyi bilinir ki, hadd-i kazf ancak bizzat kendi diliyle iftira edene uygulanır. Bunu da açık kelâmla söylemiş olması şarttır. İfk olayına dair hadisin tahlilini, Âişe validemizin berâetini bildirmek ve münafıklarla onların yanılttığı kimseleri yalanlamak için nazil olan on âyeti zikrederek noktalayalım :
«Sizden bir zümre iftiracılık yaptılar. Onların bu eylemini, sizin için şer telâkki etmeyin, aksine sizin için hayırdır o. Onların her biri için de kazanç olarak günah hisseleri var. Onun en büyüğünü taşıyana ise azabın da en büyüğü var.
Keşke öyle yapmayıp (lâfı taşıyıp üreteceğine) daha ilk an duyar duymaz erkek-kadın tüm mü'minler, kendilerine iyi zanda bulunup; «Bu apaçık bir iftiradır» deyip kestirselerdi.
İftiracıların buna dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Onlar, şahit bulamadıklarına göre Allah indinde kesinlikle yalancıdırlar. Eğer dünya ve âhirette Allah'ın rahmeti üzerinize olmasaydı, o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azap dokunurdu. O dönemde siz, bu iftirayı ağızdan ağıza birbirinize aktarıp duruyordunuz. Hakkında kesin bilginiz yokken bunu kolay iş sanıp dilinize doladınız. Ama Allah katında çok çetin bir husustu. Onu işittiğiniz zaman bunu söylemek bile caiz olmaz, demeli değil miydiniz de tenzih ederiz bu büyük bir iftiradır deseydiniz ya. Eğer inanıp tasdik ediyorsanız böyle bir şeye dönmeyi, Allah (c.c.) size kat'iyyetle yasaklıyor. Allah (c.c.) size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah (c.c.) Halim'dir ve Hakim'dir. Mü'minler içinde edebsizliğin yayılmasını arzu edenler için muhakkak dünyada ve âhirette acıklı bir azap vardır. Allah (c.c.) bilir. Ama siz bilemezsiniz. Eğer Allah'ın üzerinizde fazl ve rahmeti olmasaydı. Ama gerçekten Allah Rauf ve Rahim'dir (Nur:11-20).