İbretler Ve Öğütler
Hadis ve Siret âlimleri Beni Kurayza olayından şu mühim hükümleri çıkarmaktadırlar:
1- Ahdini bozanların idamının caiz olduğu: Nitekim, İmam Müslim de «Beni Kurayza Gazası» 'nı bu başlık altında işlemiştir. Demek oluyor ki; barış, mütareke veya emân verme işlemleri; Müslümanların kendi arasında da öbürleriyle de olsa, Müslümana, bu sözleşmelere riayet ve saygı göstermesi yakışır. İster sulh ister muahede ister emân tanıma olsun, karşı tarafa rağmen bunlardan dönmemeli, ahdini bozmamalıdır. Yine bu olay, Müslümanların ne halde, hangi zaruretle savaşa girişebileceklerini de belirtmektedir.
2- Müslümanların bazı meselelerde ve lüzumu halinde hakem tâyin edebileceği: İmam Nevevî (Rahimehullah) «Bu olay ve sünnet-i Resûl'den anlaşılıyor ki: Müslümanların fevkalâde önemli özel durumlarında; yine Müslüman, âdil, sâlih ve hüküm vermeye ehil kimseyi hakem tâyin etmesi, hakem usulüne başvurması caizdir. Nitekim, Haricîlerin haksızlığında ulemâ icma yapmıştır. Çünkü onlar, Hz. Ali'yi hakem tâyin etti diye (Sıffîn savaşı sırasında) itham edip yaptığı işi boykot etmişlerdi.
Yine bu olaydan; bir köy halkı veya bir kalede oturan halk ile; Müslüman, âdil ve öyle önemli bir işte hakemlik yapabilecek ehliyet ve güvenli kişinin hakemliğinde anlaşma yapmanın caiz olacağını da anlıyoruz. Ve tabiî Müslümanların maslahatına uyacak bir karar verebilecek kimse. Hüküm verilince de, o hükmün ilzam edici olduğu; ne İslâm reisinin ne de karşı tarafın bu hükümden dönemiyeceği; dönüşün ancak hükümden önce olabileceği, prensipleri de anlaşılıyor ( Nevevî’nin Müslim üzerine şerhi, 12/92).
3- Fer'i mes'elelerde içtihadın caiz, böyle hallerde ihtilâfın ise kaçınılmaz olduğu: Nitekim sahabe, Resûlullah (s.a.v.)'ın, «Beni Kurayza yurduna varmadan hiç kimse ikindiyi kılmayacak!» sözünü anlamakta ihtilâfa düşmüş, (yukarıda bunun tafsilâtı geçti) Resûlullah (s.a.v.) da hiçbirini ayıplayıp, muahaze etmemişti. Bu da şeriatın en önemli ve büyük prensibine işaret ediyordu: Bu da fer'i mes'elelerde ihtilâfın ilke olarak benimsenmesidir. Aynı zamanda muhalefet edenin de edilenin de sevaba lâyık olduğunu anlatıyor. Tıpkı şer'î ahkâmı içtihatla çıkarırken konulan prensip gibi; isterse isabetli hüküm veren tek kişi olsun veya çok sayıda olsun!
Yine burada, zanni delâletlerden kaynaklanan fer'i mes'elelerdeki ihtilâfın, tamamıyla giderilmesinin, mümkün olmadığına işaret vardır. O durumda Hak Teâlâ hazretleri kulunu iki tür tekliften biriyle karşı karşıya bırakır. Birisi; itikad ve amelle ilgili açık, kesin emirleri uygulamak. İkincisi: Muhtelif umumi delillerden fer'î hüküm ve prensipleri sezip çıkarmak için gayret ve dikkatle araştırmak.
O halde çölde namaz vakti girince, bir kimsenin kıbleyi şaşırması halinde, ondan beklenen, Allah Teâlâ'ya kulluktan başka bir şey değildir. Elindeki (aklî ve maddi) imkânları ve bütün gücünü harcadıktan sonra kıblenin ne yönde olduğu hususunda edindiği kanaate göre dönüp namazını kılar, işte burada; kafi olmayan, şer'i nass'lardan edinilen zanni delillerden çıkacak birçok çarpıcı hikmetler var. Çok belli bir şey; değişik içtihatların var oluşu. Bu içtihadların hepsi de aynı veya değişik, ama önemli olan meşru ve şer'an muteber delillere bağlı olması. Bunların da birçok mes'eleyi halletmiş olması. Böylece, Müslümanın şartlar ve ihtiyaçlar hangisini almayı gerektiriyorsa, ona uymakta muhayyer bulunması. İşte Allah'ın kullarına her asır ve dönemde rahmetinin apaçık ortaya vurmasıdır bu.
Şimdi bunu iyi düşünelim : Biliyoruz ki, fer'i mes'elelerde ihtilâfı kaldırmaya teşebbüs, kanun koymada ilâhi tedbir ve Rabbani hikmetlere karşı bir direnme, daha doğrusu bâtıl ve abes iştir. Çünkü, delil zannî olduğu müddetçe mes'eledeki ihtilâfın giderilmesi söz konusu olmaz.
Eğer bu mümkün olsa, daha başlangıç dönemi olan ResûluIIah’ın çağında tamamlanırdı. Ve yine dinin ilk muhatabları olan sahabe ihtilâf etmezdi. Peki onlara ne oldu da gördüğünüz gibi, bütün bunlara rağmen ihtilâfa düştüler? (Demek yukarıdaki işaretimizle, mü'mine rahmettir bu.
4- Yahudilerin Muhammed (s.a.v.)'in Peygamberliğini te'kid etmeleri: Kâab bin Esed'in, Yahudi ırkdaşı (ve dindaş)larıyla konuşması sırasında, Muhammed (s.a.v.)'in nübüvvetine kesinlikle inandığı, Tevrat'ın bu konuda verdiği haber ve delillere muttali olduğu, O'nun bi'setinin belirtilerini açıkça tanıdığı, yukarıdaki nakillerde görülmüştü. Ama onlar kendi taassub ve kibirlerinde esirdi. Zaten birçok kimsenin imansız ve idraksiz kalmasının sebebi bu hallerdir. Yine bu gösteriyor ki, İslâm gerek akidesinde gerek ahkâmında, beşeriyetin fıtratına tam uyan asıl dindir. Akidesinde akılla bağdaşır, Ahkâmı ise tamamıyla insanın ihtiyaç ve faydasını karşılayacak biçimdedir.
Bu haliyle bir ferdi düşünülemez ki; akl-ı selim sahibi olsun da İslâm'ı duyup asliyet ve özüyle tanısın da ciddi ve akli mânâda onu inkâr etmiş olsun. Mutlaka iki ihtimâlden biri vardır bir inkârda. Ya İslâm'ı alelade ağızlardan sığ bir şekilde duymuş veya onun aleyhinde sözlerle tanımıştır. Yahut Müslümanlara düşmanlığı, kini yüzünden nefsaniyetçi bir tutumla veya dünyevi imkânlarını kaybetme endişesiyle onu reddetmiştir.
5- Gelen kimseye karşı ayağa kalkmanın hükmü: Sa'd İbn Muâz hayvanı üzerinde gelirken Resûlullah (s.a.v.), ona saygı anlamında ensâr'ın ayağa kalkmasını istemiştir. Bunu da onun, efendiniz için veya hayırlınız için sözü göstermektedir. İşte bu ve benzeri nakillere dayanarak, bütün ulema; sâlih kimselere ve âlimlere karşı, alelade ilişkilerde, âdet halinde, ayağa kalkmanın meşru olduğunu istidlal etmiştir.
İmam Nevevî, bu hadis üzerine yaptığı tâlikde şunları söyler: Burada faziletli kişilerin yüceltilmesi ve bir yere geldiklerinde onlara kıyam tavsiyesi vardır. Bu yüzden de cumhûr-u ulema böyle kıyamı müstehab görmüşlerdir. Kazi şöyle der: Şu yasaklanan kıyam bu değildir. O, kendisi otururken çevresindekilerin sürekli ayakta durmaları şeklidir. Bence, gelen faziletli kişi için ayağa kalkmak müstehaptır. Nitekim bu konu hadîslerde nakledilmiştir. Hadîslerde bunu nehyeden hiçbir sarih ifade de yoktur (Nevevi'nin Müslim şerhi: 12/93).
Yine bu konuya işaret eden bazı sahih hadislere bakalım. Kâ'b bin Mâlik'ten ittifakla nakledilen bir hadiste o, Tebük gazvesinden geri kalışının hikâyesini yaparken, şunları söylüyor: Ben Resûlullah ile yeniden bey'at için gidiyordum. Grup grup halka rastlıyorum, onlar da beni hep, tevbemin kabulünden ötürü tebrik ediyorlar; «Allah'ın tevbeni kabulünden ötürü seni kutlarız» diyorlardı. Nihayet mescide varınca Resûlullah'ın çevresinde insanlarla oturduğunu gördüm. Onlardan Talha bin Ubeydullah (r.a.) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden başka kimse kalkmadı. (Burada Kâ'b, Talha'nın yaptığını unutamıyor).
Yine Tirmizi, Ebû Dâvud ve Buhârî'nin Edebü'l-Müfred'inde Hz. Âişe (r.a.)'den naklettiği de bu cinstendir: «Ben halk içinde Resûlullah (s.a.v.)'a söz, sohbet ve oturuş kalkışta Fâtıma (r.a.) kadar benzeyen kimseye rastlamadım. Nebi sallâllahü aleyhi ve sellem O'nun (r.a.) geldiğini görünce ona merhaba der ayağa kalkıp onu alnından öperdi. Elinden tutar getirir kendi yerine oturturdu. Aynı şekilde Nebi aleyhisselâm da ona gittiğinde o da selâmlar, ayağa kalkıp onu öperdi».
Anlarsınız ki, bütün bunlar, Resûlullah'ın sahih hadîsinde: -Kim kendisini karşılamak için önünden kalkılmasını taleb ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın» buyurmasına ters düşmez. Çünkü, fazilet sahibi kimselere saygı sadedinde ayağa kalkmanın meşru olması, onların gönlünde bunu arzu etmesini ispat edecek bir yoruma yol vermez. Aksine öyle faziletli ve sâlih kişiler zaten alçak gönüllü ve arkadaşlarına karşı bu tür şeyleri taslamaktan uzaktır. Muhtaçlara baksana: İslâm terbiyesi ona; dilencilikten uzak olmayı, halka boyun eğip, ihtiyaçlarını belirtmeyi meneder. Ama aynı İslâm terbiyesi; böyle iffetli fakirleri arayıp bulmayı, ikramda bulunmayı, malının fazlasını onlara vermeyi öğütler zenginlere.
O halde bunları birbirine karıştırmadan ve birini öbürüyle ortadan kaldırmaksızın; herkesin vazifesi ve bu vazifenin ölçüsü vardır. Aksi halde, cehalet ve aceleciliğin en çirkin örneğini sergilemek olur bu.
Şurasını da çok iyi bilmek gerek ki, bu ikramın meşruiyeti de bir ölçüye bağlıdır ve bir sınırı vardır. Bu husus aşıldı mı, iş haram noktasına varır. Ve artık onu benimseyen de menetmeyip susan da günahtan pay alır.
Bu türden bazı tutumları, bazı tarikatçılarda görürsünüz. Bir kısmı oturur, öbürleri ayakta intizar ederler. Meselâ şeyhin önünde bir mürid boynu bükük ve sefil vaziyette himmet bekler, ona oturma izni verilmesini bile beklemez. Bazıları da şeyhin dizlerine secde eder nerdeyse. Ya da meclise gelişinde elini taparcasına öper. Ya da mecliste bir coşku oluşunca ona sürünerek yaklaşır. Bunun bir terbiye metot ve üslûbundan ibaret olduğunu söyleyen, cevaz verenlerin yorumu seni aldatmasın. Çünkü İslâm, eğitiminin metodunu da ölçüsünü de belirtmiştir. Onun ötesine geçmekten de men etmiştir. Artık Resûlullah (s.a.v.)'ın eğitim üslûbu dışında herhangi bir usûl kurmak ve ona teşvik doğru olamaz.
6- Sa'd İbn Muâz'ın Özel meziyetleri: Bu olayda dikkat edilirse, en çok Hz. Sa'd bin Muâz (r.a.) Efendimizin büyük meziyetleridir göze çarpan. Tabii bu meziyetlerin başında, Resûlullah (s.a.v.)'in ona Beni Kurayza hakkında karar verme yetkisini vermesini de göreceksiniz. Ki O, Allah'ın Resulü olduğu halde, (düşmana karar biçme) mevkiine onu çıkarıyor. Hani ya, risâlet öyle makam üstü bir makam ki; her hüküm desteğini ondan alıyor. Tabiî ikinci olarak da Sa'd (Radıyallahü anh)'ın meziyetlerinden; Resûlullah’ın Ensâra kudümü sırasında, onun için kıyam emretmesini gördünüz.
Bu kudüm ve emir Resûlullah'tan sâdır olduğuna göre, bu meziyet de paha biçilmez bir seviyedir.
Bundan sonra da tabii, Hendek gazvesinde kolundan aldığı yara mes'elesini bulursunuz. Ve ardından da elini kaldırıp böyle bir yara alışından ötürü Allah'a şöyle dua edişini: «Yâ Rabbi! Bilirsin ki, senin Resulünü yalanlayıp, onu yurdundan çıkaran milletle savaşmaktan benim için daha sevimli bir şey yoktur. Yâ Rabbi! Eğer bundan sonra da Kureyş ile bir hesaplaşma olacaksa, benim hayatımı devam ettir de onlarla çarpışayım, senin yolunda.» Ve Sa'd'ın duası da makbul olup, yarası iyiliğe döndü. Nihayet Benî Kurayza gazası da oldu. Resûlullah (s.a.v.) O'nu, onlar hakkında hakem seçti. Allah böylece Yahudi belâsını mü'minlerden kaldırıp, onların pisliğini de Medine'den giderdi. Ve Sa'd ikinci kez ellerini açıp duâ etti. «Yâ Rabbi! Kanaatimce, bizimle onlar (müşrikler ve Kureyş) arasında savaşı sen meşru kıldın. O savaşı sen takdir ettiğine göre, oradan aldığım yarayı azdır da o yaradan şehit olayım». Ve duâası yine kabul görüp, yarası o gece aniden patladı. Ve Hakk'ın rahmetine kavuştu.
İbn Hâcer «Fethü'l-Bâri» isimli eserinde şöyle yazar: Bana öyle geliyor ki: Sa'd bu olayda yaptığı duada isabet etmiştir. Ve bu yüzden de duası makbul olmuştur ve nitekim de Hendek savaşından sonra, Kureyş'in kendi teşebbüsüyle Müslümanlar ve müşrikler arası bir çatışma olmamıştır.
Arkasından da Resûlullah, Mekke'ye umre için hazırlanıp gitmiş, Mekke'ye girmek isteyince de neredeyse savaş çıkacakken, yatışmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın beyânı üzere: «Sizin onlara galebenizden hemen sonra; Mekke'nin göbeğinde çıkacak arbedede, sizi onlardan, onları sizden alıkoyan O'dur!» Sonra bir anlaşma olmuş, Resûlullah öbür yıl umre yapmıştı. Bu anlaşma da ta Mekkelilerin bozmasına kadar sürmüş. Onlar ters gidince de O da üzerlerine yürümüş, böylece de Mekke fetholunmuştu.
Yine Resûlullah (s.a.v.) Hendek gazasından dönerken, Buhâri'nin rivayetine göre şöyle buyurmuştu: «Şimdi artık biz onlara savaş açabiliriz ama onlar açamaz. Biz onlar üzerine yürüyeceğiz». Bezzâr da hasen senedle Câbir'den şu hadîsi nakletti: «Resûlullah Ahzab günü bir topluluğa şöyle seslendi: «Artık onlar bundan sonra asla bize saldıramazlar. Ama siz onlara savaş açabileceksiniz».
Nihayet: Sa'd İbn Muâz'ın bu kıssası, ona bağlı olarak anlattıklarımız; şunları hissettirse gerektir: Yukarıda da izah ettiğimiz üzere, savunma harbi İslâm'da, İslâm'a da'vetin bir devresidir. Resûlullah (s.a.v.) buna böyle teşebbüs etmiştir. Ve tabii hemen ardından topyekûn insanlığı İslâm'a davet devresi gelir. Çünkü İslâm'da şirk ve dinsizlik asla tasvip edilmez. Sonuçta sadece İslâm'a teslimiyet istenir. Ehl-i kitaptan, mutlaka İslâm'a girmesi beklenmez. Sadece ehl-i kitaba, genel ahkâma itaat şartıyla kendi dininde kalma yetkisi tanınır.
Bunlardan hiçbirine yanaşmayana ise savaş açılır. Tabii bu mümkün olduğu takdirde ve artık mâruf şekliyle İslâm'a boyun eğmeleri için zorlanır. Son devirlerde bazı araştırmacıların diline doladığı «savunma harbi» tabiri ne ifade edebilir? İslâm'ın tekâmülü döneminde «cihad ve da'vet» neyi anlatır? Resûlullah'ın: «Fakat siz savaş açacaksınız» sözü boşa mı çıkacaktır. Demek ki; cihat sürekli ve İslâm da umumidir.