Dersler Ve İbretler
Şimdi, Taif’e sefer yaptığı gündeki, o kabilenin Resûlullah'ı kar-şılamaları olayını, o şerli karşılamayı anıyoruz. Onu şirretlik ve vahşetle topraklarından çıkarmışlardı hani. Beyinsiz güruhu onun üzerine sürmüş de çocuklara taşlatmışlar, onunla alay etmişlerdi, işte bu Sakif kabilesiydi. Şu anda onlara yol açıldı, sadık ve samimî Müslüman olup Resûlullah'a itaat ettiler. Hatırlayalım, Zeyd bin Hârise'nin o an Resûlullah (s.a.v.)’a söylediğini, onlar Tâif’ten Mekke'ye mahzun dönerken; «Nasıl gireceğiz oraya yâ Resûlâllah, onlar bizi çıkarmıştı?» O'nun (s.a.v.) cevabı şöyle olmuştu: «Zeyd, çıkışı da çıkış kapısını da Allah çok iyi bilir ve hazırlar. Yine O, dinine yardım edip Nebisine sahip çıkacaktır muhakkak».
Bugünkü tecelliler ise, Resûlullah’ın Zeyd'e söylediklerinin belgesi oldu. İşte Tâif, işte Mekke ve bir sürü Arap kabile ve ailesi. Nihayet kulak verip İslâm'ı anlamış ve bölük bölük gelip ona dahil olmaktadır. Şimdi düşünelim azıcık. Düşünelim Sakîf kabilesinden gelen o ezâ, cefa ve kem davranışları. Kendilerinden izzet ve ikramla karşılamaları, kabul göstermeleri umulurken, o çirkin tavırlar ne idi? Bütün bunların bir zerresi bile insan nefsinde iz bırakabilecekken, rastgele bir insanın gönlünde bile derin iz bırakıp, intikam veya hiç değilse bir karşılık duygusu aşılayacak hallerken. Peki nerede bunlar? Resûlullah’ın nefsinde Sakif'e karşı ne var? Tâif’i günlerce kuşatıyor, sonra vazgeçip dönüyor. O'na deniyor ki Sakîf’e beddua et. İltifat etmiyor buna. Aksine elini açıp duâ ediyor: Yâ Rab! Sakif'e hidâyet ver ve hepsini mü'min olarak bize döndür.» Allah, Resulünün duasını kabul edince de Sakîf hey'eti Medine'ye geliyor. Hz. Ebû Bekir ile Muğire bin Şu'be de bu durumu ona müjdelemek için yarışıyorlar. Çünkü hepsi Resûlullah’ın bundan ne kadar memnun olacağını biliyorlardı. Yâni Sakîf'in Müslüman olup yola gelmesine. Ve nitekim, karşılayıp onlara ikramda bulunuyordu. Ve ardından da günlerce onlarla uğraşıyor, vaktini onlara nasihat edip dinî ta'lim ve telkinle geçiriyordu.
Halbuki onlar ne hileler düşünmüş, ona karşı ne fesat kalple ezalar etmeyi tasarlamışlardı. Halbuki o şimdi onlara sadece hayır ve saâdet-i dâreyn diliyor, onları bu yola irşada çalışıyor. Onlar ne kadar zevk almışlardı O'na ezâ ettikçe, O'na saldırdıkça. Ama O, şimdi onlara İslâm ni'metini ikram etmek, onları Allah nezdinde de makbul kılmak için uğraşıyor, zevk alıyor.
Görüyorsunuz bu rastgele bir insanın tabiatında olan şey değildir. Bu hak bildiği ilkeye, hayırlı akideye çağırıcıdır. Bu, hiç değil, ancak «Nübüvvet» tavrıdır. Ve ancak, Aleyhissalâtü vesselam efendimizin yöneldiği tek hedef ve maksat gereğidir: O da bu dâvanın galip gelip sonuç vermesi, Rabbinin de bu yüzden kendisinden razı olması. O halde, bu uğurda en ağır elem ve sıkıntı da en büyük huzur ve neş'e de bu yüce hedefe varmak isteyen kul için hiç de önemli ve etkili olamazdı.
Bu idi işte İslâm! Kin ve hıyanet bilmez, insana asla kötülük düşünmez, cihadı emreder. Ama kin ve hıyanete asla cevaz vermez. Kuvveti tavsiye eder ama egoizme ve kibre asla yüz vermez. Rahmete çağırır ama güçlük ve ağır yük getirmez. Sevgiyi öğretir ama sadece Allah yolunda.
O halde, gerek Sakîf, gerek öbür kabile hey'etleri gelip Medine'de İslâm'a boyun eğen hey'etler hep «şerefli bir zafer» va'dinin ifasıydı. Yâni Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i sâdıkının tahakkukuydu bunlar.
O gelen heyetlerin yansıttığı ibretler bunlardır, deyip yetinelim. Buradan çıkarılabilecek ders ve hükümleri ise şöylece sıralamak mümkün:
a- Müslüman olması umulan müşriklerin mescide inmesi, orada misafir edilmesinin cevazı: Gördük ki; Resûlullah Sakif hey'etini Mescitte karşıladı ve onlarla orada görüşüp, dini telkin etti. Bu tutum bunun müşrikler için câiz olduğunu gösterir. Kitap ehli içinse, elbette caiz olur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Necrân Hristiyanlarını, Kur'an dinlemek ve İslâm'ı öğrenmek niyetiyle geldiklerinde orada karşılaşmıştı.
Zerkeşi der ki: «Bilesin ki, Nevevi ve Râfil (r.a.) gibi zevat, Müslümanların izni ile (Harem müstesna) mescitlere kâfirlerin gir-mesini caiz görürler. Şu şartlarla:
Birincisi: Zımmîlerle yapılan akitte, mescide girme yasağı konmadı ise. Çünkü böyle bir kayıt varsa, izin verilemez.
İkincisi: İzin verecek olan Müslümanın buna tam ehliyeti olmalı.
Üçüncüsü: Kur'an dinleyip, öğrenmesi ve sonunda da İslâm'a girmesi umuluyorsa. Ya da binayı tamir gibi bir maksatla girmesi zarurî ise. Bu hususta da Kadi Ebî el-Fâruki'nin görüşü bir kaziyye teşkil eder: «Sırf bilgi ve Kur'an dinlemek için girenin İslâm'a gelmesi içindir, yoksa mescide sokulmaz.» Bu durumda bize onların mescitlere girmesine izin verme yetkisi yok demektir. Yâni günümüzde cereyan ettiği üzere muhtelif ecnebi ülkelerden gelenlerin sırf bir san'at ve tecrübe kaygısıyla ya da siyasi alâka kurma gibi yol-larla, mescitlere girmesi böyledir. (Turistik maksatla gelen felâket kılıklı kadın - erkeğin hükmü buna kıyaslansın artık).
Uyumak, yemek içmek vb. işler için izin isterse, o zaman, «Ravza» da dendiği gibi: Bu halde izin verilmesi abes olur. Zahirde caiz olsa da Nevevi'den başkaları ise, bu halde onlara izin vermemiz caiz olmaz derler. Fâruki ise; bu mânâda, hesap, dil ve buna benzer şeyleri öğretmek için girmelerine gelince o da aynı anlama gelir. Açıktır ki; yasağın maksadı; zararı, mescidin kirlenmesini ve namaz kılanların huzurunu kaçırmanın önlenmesidir (Zerkeşi, İ'lâmü's-Sâcid: 319-321).
Biz de deriz ki zararın en büyüğü teşviştir. O da açık saçık ve çok çirkin manzaralı gayrı müslim kadınlarının namaz kılan insanların ara-sında dolaşmasıdır. Uyumak, yemek yemek için girmek neyse, camiin tezyinatını, mimarî özelliğini tanımak için gelmek de odur.
b- Gelen hey'etlere veya elçilere güzel muamele: Vefd (yâni hey'etle), Müstemen (yâni sığınan kişi) arasında şu fark var: Birincisi birkaç kişiden oluşan bir nev'i elçilerdir. Milletini temsil ederler. Müstemen ise, ferdi olarak ilim veya başka bir maksatla İslâm ülkesine gelen yabancıdır ki devletin himayesi altındadır. Belki de İslâm'a yönelip gelmiş olabilir.
Müstemen için Cenâb-ı Hak emân tanımış, hüsnü muamele ile karşılamayı ve korumayı emretmiştir. İstediği takdirde de maksadına emniyetle ulaşması sağlanır. «Bir müşrik himaye isterse, siz de onu himaye edin. Ta ki Allah'ın kelâmını işitip kendine göre serbestçe gayeye yaklaşsın» (Tevbe:6).
Vefd'e gelince: Bu hüküm onlar için de geçerlidir. Müstemene kıyas ve Resûlullah'ın uygulaması, yâni onlara iyi davranması ve ince siyaseti bunu anlatır. Yukarıda bunu, yâni Resûlullah'ın Sakiflilere geliş ve ikametleri sırasında nasıl ikramda bulunduğunu görmüştük.
c- İnsanların iradede ve imamette en lâyık olanı Allah'ın Kitabı'nı en iyi bilendir: Bunun içindir ki, Resûlullah Osman bin el-Âs'ı, Sakif hey'etine emir tâyin etti. Çünkü Medine'de kaldığı süre içinde bu zât arkadaşları arasında bir üstünlük göstermiş, onlardan çok daha gayretli çıkmış ve çabucak Kur'an öğrenmiş, dinin icaplarını kavramıştı. Resûlullah da bunu görmüş ve hoşlanmıştı. Emirlik ve valilik ise herhalde, dinî ve dünyevi bir sorumluluk gerektirir. Bu da birtakım hükümleri uygulama makamıdır. İslâm cemiyetine hük-mü uygulayacak kişinin ise din konusunda bir seviyeye sahip olması gerektir. Bu da birtakım hükümler uygulayacaktır çünkü.
d- Putların ve heykellerin yıkılmasının zorunlu oluşu: Burada ille de birtakım insanların bir dikili puta tapması şartı yoktur. Bu hüküm umumîdir ve her duruma şâmildir. Buradaki umumi delil ise, Kabe'deki bütün timsalleri imha etmesidir. Orada ne varsa çıkarttırıp imha ettirmiştir. Tapılan veya tapılmayan diye ayırt etmemişti. Bu da yukarıdan beri zikrettiğimiz gibi, gösterir ki şekil ve maksat ne olursa olsun timsal (yâni put ve heykeller) yapma haram, hangi maksatla olursa olsun, onları bulundurup taşımak da haramdır.
Böylece artık daha sonraki hey'etlerin durumunu tafsilâtlandırmayıp sadece Sakîf hey'etinin çevresinde açıklamalarla yetinmiş oluyoruz. Çünkü bu hey'etler arasında en renklisi ve ders verici bunlardı. Öbürlerinde ise önemli bir olay yok gibidir.
Ancak şu kadarını bilmekte fayda var ki; bu gelen hey'etlerin hepsi müşrik değil, bazısı da kitap ehlindendi.
Müşrik hey'etlerin hepsi İslâm'a girmiş, geldiği anda İslâm'ı ilân etmeden dönenler olmuşsa da, sadece kavimlerini ikna etmek ve birliğini sağlamak için dönmüşlerdir. Halbuki ehl-i kitabın çoğu (Yahudi ve Nasara) eski dinleriyle geri dönmüşlerdi.
Necrân'dan gelen Hristiyan hey'et, altmış kişiden oluşuyordu. Resûlullah’ın yanında günlerce kaldı ve Hz. İsâ'nın durumunu Allah'ın birliği konusunu tartıştılar. Bir başka hey'et de Resûlullah’ın Âli İmrân sûresinin: (59, 60, 61.) âyetlerini okumayı tasvip etmediler. «İsa'nın durumu da Allah indinde Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yaratmış, sonra da ona «Ol» demiş, o da olmuştu. Emir Rabbindendir. O halde inatçılardan olma. Bu malûmat geldiği halde, seninle tartışmaya gireceklere gelince, onlara de ki, gelin o zaman, oğullarımızı - oğullarınızı, kadınlarımızı - kadınlarınızı, kendi nefsimizi ve nefsinizi ortaya koyup mübahele yapalım: Allah'ın lanetini da'vet edelim yalancılara.» Bununla Resûlullah onları mübaheleye çağırdı. Çünkü Cenâb-ı Hak da böyle emrediyordu. Resûlullah gidip, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin'i abası altına alıp, Hz. Fâtıma da arkasında toplayıp geldi mübaheleye. Hey'et başkanı buna cesaret edemedi. Bu zât, «Şurahbil bin Ved'a idi. Arkadaşları da sonucundan korktuğu için mübaheleye yanaşmadılar, İslâm ve mübahele dışında Resûlullah (s.a.v)'ı güya yenmeye azmettiler. Ama sonunda pes demek zorunda kaldılar. O da onlarla anlaşma yaptı. Cizye vermeye razı oldular. Bu yazılı hâle getirildi. Resûlullah, cizyeyi hepsinin ittifakı ile imza ettirdi. Böylece anlaşmayı bozmalarını önlemiş oluyordu. Kendi dinlerinde de olsa, bid'at ve fitne çıkarma, hıyanet, faiz, ahdinden dönme gibi hâllerden sakınacaklarına dair de söz aldı.