Sakîf Hey'eti Ve İslâm'a Girişleri

İbn İshâk'ın nakline göre, Resûlullah (s.a.v.) Ramazan içinde Tebük'ten Medine'ye dönmüştü. Aynı anda Sakif kabilesinin temsil-cileri de onu ziyaret etmişti.

Aralarında istişarede bulundular. Ve kendi kendilerine çevrelerinde Araplardan kimsede savaşa mecal yoktur diye karar verdiler. Öyleyse ne yapsınlardı, hepsi bey'at edip İslâm'a girdiler. Bir de hey'et çıkardılar. Başlarında Kinâne bin Abdi Yaleyl vardı. Medine'ye yaklaşınca Muğire bin Şu'be'ye rastladılar. O da onlardandı. Onları karşıladı ve Resûlullah (s.a.v.)’ın yanına girince hangi usulden hoşlanacağını onlara öğretmeye çalıştı ise de onlar yine câhiliyye usulüne göre ona selâm verdiler.

Resûlullah Sakîf hey'etini mescitte kabul etti. Orada bir çadır kurup Kur'an dinlemelerini ve halkın namaz kılışını görmelerini sağlamak istedi.

Hey'et birkaç gün orada kaldı. Onlar Resûlullah'ı ziyaret ediyor ve tartışıyorlardı. O sürekli bu kişileri İslâm'a da'vet ediyordu (İbn Hişâm: 2/324).

İbn Sa'd'ın nakline göre ise: Resûlullah her yatsı sonu onlara geliyor, onlarla ayaküstü konuşuyordu, ta yoruluncaya kadar (İbn Sa'd, Tabakat: 2/78).

Mûsâ bin Ukbe de meğazisinde, şunları naklediyor: Osman bin Abdü'l-Âs da bu hey'etteydi. Ve en gençleriydi. Onlar Resûlullah ile musahabeye gidince onu hayvanlarının yanında bırakıyorlardı. Osman da hey'etin her dönüşünde onu serbest bırakınca gidip Resûlullah'a din hakkında bilgi soruyor ve Kur'an okuyordu. Osman o derece görüştü ki onunla, dinde bilgi sahibi oluverdi. Resûlullah'ı uykuda bulursa, Hz. EbûBekir'e giderdi. Osman, bunu da arkadaşlarından saklıyordu. Resûlullah bütün bunlarla onu sevmişti. Nihayet İslâm'ı benimsediler. Ama Kinâne bin Abdi Yaleyl, Resûlullah'a şöyle dedi: Zina için ne dersin? Kabilemiz bu işe düşkündür ve bir türlü vazgeçiremedik. O da haramdır size, nitekim Cenâb-ı Hakk: «Zinaya yaklaşmayın. O muhakkak çok çirkin ve sonu feci olan bir yoldur» buyurur, dedi.

Onlar bu sefer: «Peki faiz için ne dersin? Hani o bizim malımızdır», dediler. Cevap şu idi: Malınızın aslı (kapitali) size aittir. Bakın Allah ne emrediyor: «Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve kalan faizlerinizden vazgeçin, eğer gerçekten mü'min iseniz» (İsra:32). Bu sefer de peki içki hususunda görüşün ne? Ülkemizin geliri budur. Ve bundan vazgeçemeyiz çünkü, deyince de Resûlullah; «Onu da Allah kesinlikle haram kıldı» buyurup içkinin haramlığını bildiren âyetleri okudu (Bakara:278).

İbn İshâk der ki: Aynı şekilde kendilerinin namazdan muaf tutulmasını da teklif ettiler. Resûlullah'ın cevabı şöyle oldu: «Namazsız dinde hayır yoktur.» Bundan sonra gizli bir istişareye giriştiler. Sonra dönüp Resûlullah (s.a.v.)'a bütün bunları kabullendiklerini bildirdiler. Ancak bir tek şeyde müsamaha istediler: Putları olan Lâtı üç yıl süreyle yıkmamasını teklif ediyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bunu şiddetle reddetti. Sene sene indiler de en son sadece bir ay müsaade istediler. Fakat onların hiçbir mehil istememeleri ihtar edildi, İbn İshâk der ki: Sakîfliler bu mühleti, kabilelerinin sefihleri, kadınları ve kötü niyetli kimselerinin şerrinden emin olmak için istiyorlardı. Zamanla iman kalplerine yerleşsin istiyorlardı. O zaman yıkılırdı bu put. En sonunda ise, Resûlullah'a dediler ki: Biz Lâtı yıkamayız. O halde yıkması size. O da tamam ben adam gönderip yıktırırım, siz âzâde olun buyurdu. Onlar izin alıp ayrıldılar. Resûlullah onlara dönüş izni verdi ve ikramda bulunup uğurladı. Başlarına da Osman bin Âs'ı reis tâyin etti. Çünkü onu, İslâm'a hepsinden çok istekli ve kabiliyetli görmüştü. Hatta birçok sûre bile öğrenmişti daha Medine'den ayrılmadan. Resûlullah (s.a.v.) hemen arkalarından bir hey'et gönderdi. Başlarında Hâlid bin Velid, aralarında Ebû Süfyân bin Harb ile Muğire bin Şu'be de vardı. Bunlar gidip Lâtı yıkmakla vazifeliydi. Ve öyle yaptılar. Fakat Sakîf kadınları çıkıp ağlaşmaya başladılar. Mersiyeler söyleyip feryât ediyorlardı. Put kırılırken Muğire baltasını vurdukça Ebû Süfyân; «Ah yazık. Vah vah. (İbn Hişâm: 2/324) gibi sözlerle, Lât için ağlaşan, inleyen bu kadınları taklid edip, alaya alıyordu.

İbn Sa'd ise Tabakat'ında Muğire'den şunları nakleder: Sakifliler Müslüman oldu. Ben Araplardan hiçbir kimsenin bu derece tam Müslüman olanına rastlamadım. Aynı zamanda, onlar arasında Allah ve Kitabına hile yapacak kimsenin çıkmasına da ihtimal veremem (Tabakat: 2/78).

Hey'etlerin Ardı Ardına Gelip Allah'ın Dinine Girmesi

İbn İshâk diyor ki; Resûlullah Mekke'yi fethedip, Tebük'ten sağ salim dönünce Sakifliler Müslüman olup, bey'at etti. Ardından da her taraftan Arap hey'etleri gelmeye başladılar. Zaten Araplar hep Kureyş'in Müslüman olmasını bekliyor, onları gözetliyorlardı. Çünkü onlar âdeta o milletin imâmı, öncüsü idiler. Beyt-i Haram'm sakinleriydiler. İsmail (a.s.)'in torunları ve Arapların lideri durumundaydılar. Mekke fethedilip, Kureyş İslâm dairesine girince, Araplar anladılar ki; Resûlullah ile savaşmak, ona düşmanlık artık mümkün olmadığı gibi, doğru da değil. Ve İslâm'a girmeye başladılar, bölük bölük. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın beyan buyurduğu gibi: «Allah'ın yardımı ulaşıp fetih müyesser olunca; insanların da fevc fevc Allah'ın dinine girdiğim görünce; Artık Allah'ına hamd edip O'nu tesbih et. O'na sığın ki O tevbeleri çok kabul eder» (Nasr Suresi).

Biz ise şu an, bu hey'etlerin gelmesi ile ilgili tafsilâtı sunmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu haberlerin tafsilâtı değil, ibretler almaktır gaye.

Dersler Ve İbretler

Şimdi, Taif’e sefer yaptığı gündeki, o kabilenin Resûlullah'ı kar-şılamaları olayını, o şerli karşılamayı anıyoruz. Onu şirretlik ve vahşetle topraklarından çıkarmışlardı hani. Beyinsiz güruhu onun üzerine sürmüş de çocuklara taşlatmışlar, onunla alay etmişlerdi, işte bu Sakif kabilesiydi. Şu anda onlara yol açıldı, sadık ve samimî Müslüman olup Resûlullah'a itaat ettiler. Hatırlayalım, Zeyd bin Hârise'nin o an Resûlullah (s.a.v.)’a söylediğini, onlar Tâif’ten Mekke'ye mahzun dönerken; «Nasıl gireceğiz oraya yâ Resûlâllah, onlar bizi çıkarmıştı?» O'nun (s.a.v.) cevabı şöyle olmuştu: «Zeyd, çıkışı da çıkış kapısını da Allah çok iyi bilir ve hazırlar. Yine O, dinine yardım edip Nebisine sahip çıkacaktır muhakkak».

Bugünkü tecelliler ise, Resûlullah’ın Zeyd'e söylediklerinin belgesi oldu. İşte Tâif, işte Mekke ve bir sürü Arap kabile ve ailesi. Nihayet kulak verip İslâm'ı anlamış ve bölük bölük gelip ona dahil olmaktadır. Şimdi düşünelim azıcık. Düşünelim Sakîf kabilesinden gelen o ezâ, cefa ve kem davranışları. Kendilerinden izzet ve ikramla karşılamaları, kabul göstermeleri umulurken, o çirkin tavırlar ne idi? Bütün bunların bir zerresi bile insan nefsinde iz bırakabilecekken, rastgele bir insanın gönlünde bile derin iz bırakıp, intikam veya hiç değilse bir karşılık duygusu aşılayacak hallerken. Peki nerede bunlar? Resûlullah’ın nefsinde Sakif'e karşı ne var? Tâif’i günlerce kuşatıyor, sonra vazgeçip dönüyor. O'na deniyor ki Sakîf’e beddua et. İltifat etmiyor buna. Aksine elini açıp duâ ediyor: Yâ Rab! Sakif'e hidâyet ver ve hepsini mü'min olarak bize döndür.» Allah, Resulünün duasını kabul edince de Sakîf hey'eti Medine'ye geliyor. Hz. Ebû Bekir ile Muğire bin Şu'be de bu durumu ona müjdelemek için yarışıyorlar. Çünkü hepsi Resûlullah’ın bundan ne kadar memnun olacağını biliyorlardı. Yâni Sakîf'in Müslüman olup yola gelmesine. Ve nitekim, karşılayıp onlara ikramda bulunuyordu. Ve ardından da günlerce onlarla uğraşıyor, vaktini onlara nasihat edip dinî ta'lim ve telkinle geçiriyordu.

Halbuki onlar ne hileler düşünmüş, ona karşı ne fesat kalple ezalar etmeyi tasarlamışlardı. Halbuki o şimdi onlara sadece hayır ve saâdet-i dâreyn diliyor, onları bu yola irşada çalışıyor. Onlar ne kadar zevk almışlardı O'na ezâ ettikçe, O'na saldırdıkça. Ama O, şimdi onlara İslâm ni'metini ikram etmek, onları Allah nezdinde de makbul kılmak için uğraşıyor, zevk alıyor.

Görüyorsunuz bu rastgele bir insanın tabiatında olan şey değildir. Bu hak bildiği ilkeye, hayırlı akideye çağırıcıdır. Bu, hiç değil, ancak «Nübüvvet» tavrıdır. Ve ancak, Aleyhissalâtü vesselam efendimizin yöneldiği tek hedef ve maksat gereğidir: O da bu dâvanın galip gelip sonuç vermesi, Rabbinin de bu yüzden kendisinden razı olması. O halde, bu uğurda en ağır elem ve sıkıntı da en büyük huzur ve neş'e de bu yüce hedefe varmak isteyen kul için hiç de önemli ve etkili olamazdı.

Bu idi işte İslâm! Kin ve hıyanet bilmez, insana asla kötülük düşünmez, cihadı emreder. Ama kin ve hıyanete asla cevaz vermez. Kuvveti tavsiye eder ama egoizme ve kibre asla yüz vermez. Rahmete çağırır ama güçlük ve ağır yük getirmez. Sevgiyi öğretir ama sadece Allah yolunda.

O halde, gerek Sakîf, gerek öbür kabile hey'etleri gelip Medine'de İslâm'a boyun eğen hey'etler hep «şerefli bir zafer» va'dinin ifasıydı. Yâni Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i sâdıkının tahakkukuydu bunlar.

O gelen heyetlerin yansıttığı ibretler bunlardır, deyip yetinelim. Buradan çıkarılabilecek ders ve hükümleri ise şöylece sıralamak mümkün:

a- Müslüman olması umulan müşriklerin mescide inmesi, orada misafir edilmesinin cevazı: Gördük ki; Resûlullah Sakif hey'etini Mescitte karşıladı ve onlarla orada görüşüp, dini telkin etti. Bu tutum bunun müşrikler için câiz olduğunu gösterir. Kitap ehli içinse, elbette caiz olur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Necrân Hristiyanlarını, Kur'an dinlemek ve İslâm'ı öğrenmek niyetiyle geldiklerinde orada karşılaşmıştı.

Zerkeşi der ki: «Bilesin ki, Nevevi ve Râfil (r.a.) gibi zevat, Müslümanların izni ile (Harem müstesna) mescitlere kâfirlerin gir-mesini caiz görürler. Şu şartlarla:

Birincisi: Zımmîlerle yapılan akitte, mescide girme yasağı konmadı ise. Çünkü böyle bir kayıt varsa, izin verilemez.

İkincisi: İzin verecek olan Müslümanın buna tam ehliyeti olmalı.

Üçüncüsü: Kur'an dinleyip, öğrenmesi ve sonunda da İslâm'a girmesi umuluyorsa. Ya da binayı tamir gibi bir maksatla girmesi zarurî ise. Bu hususta da Kadi Ebî el-Fâruki'nin görüşü bir kaziyye teşkil eder: «Sırf bilgi ve Kur'an dinlemek için girenin İslâm'a gelmesi içindir, yoksa mescide sokulmaz.» Bu durumda bize onların mescitlere girmesine izin verme yetkisi yok demektir. Yâni günümüzde cereyan ettiği üzere muhtelif ecnebi ülkelerden gelenlerin sırf bir san'at ve tecrübe kaygısıyla ya da siyasi alâka kurma gibi yol-larla, mescitlere girmesi böyledir. (Turistik maksatla gelen felâket kılıklı kadın - erkeğin hükmü buna kıyaslansın artık).

Uyumak, yemek içmek vb. işler için izin isterse, o zaman, «Ravza» da dendiği gibi: Bu halde izin verilmesi abes olur. Zahirde caiz olsa da Nevevi'den başkaları ise, bu halde onlara izin vermemiz caiz olmaz derler. Fâruki ise; bu mânâda, hesap, dil ve buna benzer şeyleri öğretmek için girmelerine gelince o da aynı anlama gelir. Açıktır ki; yasağın maksadı; zararı, mescidin kirlenmesini ve namaz kılanların huzurunu kaçırmanın önlenmesidir (Zerkeşi, İ'lâmü's-Sâcid: 319-321).

Biz de deriz ki zararın en büyüğü teşviştir. O da açık saçık ve çok çirkin manzaralı gayrı müslim kadınlarının namaz kılan insanların ara-sında dolaşmasıdır. Uyumak, yemek yemek için girmek neyse, camiin tezyinatını, mimarî özelliğini tanımak için gelmek de odur.

b- Gelen hey'etlere veya elçilere güzel muamele: Vefd (yâni hey'etle), Müstemen (yâni sığınan kişi) arasında şu fark var: Birincisi birkaç kişiden oluşan bir nev'i elçilerdir. Milletini temsil ederler. Müstemen ise, ferdi olarak ilim veya başka bir maksatla İslâm ülkesine gelen yabancıdır ki devletin himayesi altındadır. Belki de İslâm'a yönelip gelmiş olabilir.

Müstemen için Cenâb-ı Hak emân tanımış, hüsnü muamele ile karşılamayı ve korumayı emretmiştir. İstediği takdirde de maksadına emniyetle ulaşması sağlanır. «Bir müşrik himaye isterse, siz de onu himaye edin. Ta ki Allah'ın kelâmını işitip kendine göre serbestçe gayeye yaklaşsın» (Tevbe:6).

Vefd'e gelince: Bu hüküm onlar için de geçerlidir. Müstemene kıyas ve Resûlullah'ın uygulaması, yâni onlara iyi davranması ve ince siyaseti bunu anlatır. Yukarıda bunu, yâni Resûlullah'ın Sakiflilere geliş ve ikametleri sırasında nasıl ikramda bulunduğunu görmüştük.

c- İnsanların iradede ve imamette en lâyık olanı Allah'ın Kitabı'nı en iyi bilendir: Bunun içindir ki, Resûlullah Osman bin el-Âs'ı, Sakif hey'etine emir tâyin etti. Çünkü Medine'de kaldığı süre içinde bu zât arkadaşları arasında bir üstünlük göstermiş, onlardan çok daha gayretli çıkmış ve çabucak Kur'an öğrenmiş, dinin icaplarını kavramıştı. Resûlullah da bunu görmüş ve hoşlanmıştı. Emirlik ve valilik ise herhalde, dinî ve dünyevi bir sorumluluk gerektirir. Bu da birtakım hükümleri uygulama makamıdır. İslâm cemiyetine hük-mü uygulayacak kişinin ise din konusunda bir seviyeye sahip olması gerektir. Bu da birtakım hükümler uygulayacaktır çünkü.

d- Putların ve heykellerin yıkılmasının zorunlu oluşu: Burada ille de birtakım insanların bir dikili puta tapması şartı yoktur. Bu hüküm umumîdir ve her duruma şâmildir. Buradaki umumi delil ise, Kabe'deki bütün timsalleri imha etmesidir. Orada ne varsa çıkarttırıp imha ettirmiştir. Tapılan veya tapılmayan diye ayırt etmemişti. Bu da yukarıdan beri zikrettiğimiz gibi, gösterir ki şekil ve maksat ne olursa olsun timsal (yâni put ve heykeller) yapma haram, hangi maksatla olursa olsun, onları bulundurup taşımak da haramdır.

Böylece artık daha sonraki hey'etlerin durumunu tafsilâtlandırmayıp sadece Sakîf hey'etinin çevresinde açıklamalarla yetinmiş oluyoruz. Çünkü bu hey'etler arasında en renklisi ve ders verici bunlardı. Öbürlerinde ise önemli bir olay yok gibidir.

Ancak şu kadarını bilmekte fayda var ki; bu gelen hey'etlerin hepsi müşrik değil, bazısı da kitap ehlindendi.

Müşrik hey'etlerin hepsi İslâm'a girmiş, geldiği anda İslâm'ı ilân etmeden dönenler olmuşsa da, sadece kavimlerini ikna etmek ve birliğini sağlamak için dönmüşlerdir. Halbuki ehl-i kitabın çoğu (Yahudi ve Nasara) eski dinleriyle geri dönmüşlerdi.

Necrân'dan gelen Hristiyan hey'et, altmış kişiden oluşuyordu. Resûlullah’ın yanında günlerce kaldı ve Hz. İsâ'nın durumunu Allah'ın birliği konusunu tartıştılar. Bir başka hey'et de Resûlullah’ın Âli İmrân sûresinin: (59, 60, 61.) âyetlerini okumayı tasvip etmediler. «İsa'nın durumu da Allah indinde Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yaratmış, sonra da ona «Ol» demiş, o da olmuştu. Emir Rabbindendir. O halde inatçılardan olma. Bu malûmat geldiği halde, seninle tartışmaya gireceklere gelince, onlara de ki, gelin o zaman, oğullarımızı - oğullarınızı, kadınlarımızı - kadınlarınızı, kendi nefsimizi ve nefsinizi ortaya koyup mübahele yapalım: Allah'ın lanetini da'vet edelim yalancılara.» Bununla Resûlullah onları mübaheleye çağırdı. Çünkü Cenâb-ı Hak da böyle emrediyordu. Resûlullah gidip, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin'i abası altına alıp, Hz. Fâtıma da arkasında toplayıp geldi mübaheleye. Hey'et başkanı buna cesaret edemedi. Bu zât, «Şurahbil bin Ved'a idi. Arkadaşları da sonucundan korktuğu için mübaheleye yanaşmadılar, İslâm ve mübahele dışında Resûlullah (s.a.v)'ı güya yenmeye azmettiler. Ama sonunda pes demek zorunda kaldılar. O da onlarla anlaşma yaptı. Cizye vermeye razı oldular. Bu yazılı hâle getirildi. Resûlullah, cizyeyi hepsinin ittifakı ile imza ettirdi. Böylece anlaşmayı bozmalarını önlemiş oluyordu. Kendi dinlerinde de olsa, bid'at ve fitne çıkarma, hıyanet, faiz, ahdinden dönme gibi hâllerden sakınacaklarına dair de söz aldı.

Adiy Bin Hatim’in Müslüman Olması

Adiy bin Hatim Hristiyan’dı. Meşhur cömert insan. Hatim Tâî'nin oğlu idi. Kavminin de ileri gelenlerindendi. Ve halkından mirba (yâni savaş ganimetlerinin dörtte birini pay olarak) alırdı. Bu Arapların, liderlere karşı yaptığı şeydi. Bu zât, Resûlullah (s.a.v.)’ın adını ve da'vetini işitince bu işe kızıp kendi ülkesini terk ederek Şam Hristiyanlarına sığındı. Adiy kendisi anlatıyor: Resûlullah'ın o anki vardığı seviye ve itibar karşısında kendimi kıyaslayınca hiç de iyi durumda olmadığımı anladım. Dedim ki, şayet ona varırsam, melik mi, yalancı peygamber mi bunu anlarım. Eğer gerçekten peygamber ise o zaman da ona uyarım.

Bu niyetle yola çıkıp Medine'de Resûlullah'a ulaştım. O, mescidindeydi, yanına girdim. Selâm verdim. O da «Kim bu adam?» di-ye sordu. Ben de Adiy bin Hatim dedim. Resûlullah (s.a.v.) hemen ayağa kalkıp beni aldı ve evine götürdü. Tam evine varacaktık ki, bir zayıf, yaşlı kadın onu engelledi. O bu kadını dinliyor, o da dert anlatıyordu, uzun uzun. O an anladım ki, o bir melik falan değil. Tekrar yürüdük. Resûlullah ile eve girer girmez, deriden bir minder aldı, içi lif dolu idi. Onu bana uzatıp otur dedi. Ben hayır, sen otur dedim. Hayır sen oturmalısın diye ısrar edince, ben oturdum, kendisi ise toprağa oturdu.

Ben kendi kendime vallahi bu bir hükümdar davranışı olamaz diyordum. Sonra Resûlullah: -Ee, Adiy bin Hatim, sen Allah'tan başka ilâh tanır mısın?» buyurdu. Hayır, dedim. «Peki, Allah'tan büyük bir varlık tanır mısın?» dedi. Ben yine hayır, dedim. «Peki sen hiç Rukûsî oldun mu?» (Hristiyanlık ve yıldızlara tapıcılık karması bir din) Evet, dedim. «Peki, sen kavminden Mirba almaz mıydın?» buyurdu. Evet dedim. «Ama bu senin dininde helâl olmaz» buyurdu. Ben, evet doğru vallahi dedim.

Bunun üzerine Resûlullah şöyle konuştu: «Ey Adiy! Belki de senin bu dine girmemen, bu dine bağlıların ihtiyaç içinde olduğunu görmendendir. Unutma ki Allah öyle bolluk verecek ki onlara, mal -mülk dağıtsan alacak kimse bulamayacaksın. Yine belki onların düş-manlarının çokluğu engelliyor seni. Ama Allah öyle lütfedecek ki, ta Kadisiye'den kalkan bir kadın, Beytullah'ı ziyaret için buraya emniyet içinde devesine binip gelecek.

Yine belki de senin bu dine girmemen şundandır: Hani bakıyorsun krallar ve sultanlar hep onların dışında kalıyor. Vallahi, Allah sana işittirecek. Babil'deki beyaz saraylara kadar hepsi fethedilecektir. Bunun üzerine hemen Müslüman oldum der Adiy.

Adiy şunu da söylüyor: Ben ikisini gördüm: Binekle emniyet içinde gelen kadını gördüm. Kisrâ hazinelerine akın eden atlıların da önündeydim. Vallahi üçüncü de mutlaka gelecektir.

İbretler Ve Öğütler

Adiy bin Hâtim'in, Resûlullah (s.a.v.)'a gelişi ve Müslüman oluşu, tam da hey'etlerin her taraftan akın akın geldiği esnadaydı. Biz bunu da o koşup gelen ve İslâm'a teslim olan hey'etler cümlesinden sayabilirdik.

Ancak, bunu ayrı bir bahis olarak alışımız onun İslâm akidesi yönünden, özellik belirtmesinden ötürüdür. Burada birçok dersler gördük ve tahliline lüzum hissettik. Esasen burada Resûlullah canlı bir hüviyet ve şahsiyet ortaya koyuyor. Adiy bin Hâtim'e takdim edilen açık bir hüviyet. Makam, azamet, emirlik ve krallık şüphelerinden ve heveslerinden arınmış bir şahsiyet. Yalnız âlemlerin Rabbi tarafından bir elçi olduğu, bütün insanları uyarmakla vazifeli olduğu ayan beyân görülüyor. İmanın temeli bu, gösterdiği yolun sır ve hikmeti bu. Şimdi Adiy bin Hâtim'in düşündüklerini onun yerine kendimizi koyarak düşünüp tartalım. Göreceğiz ki Muhammedi Risâlete dair imanımız şahlanacaktır. Ve İslâm alemindeki fikir seviyesinin nasıl bir sebebe bağlı olarak hızla yükselmiş olduğunu daha bir yakından tanıyacağız.

Evet, biraz Adiy bin Hâtim'in tasvir ettiği ve son derece etkilendiği peygamberi şahsiyet, sonra da teslim olduğu bu hüviyyet karşısında düşünelim. Adiy diyor ki; «Vallahi o beni evine giderken bir müddet ayakta bekletti. Çünkü yaşlı ve düşkün bir kadın ona rastlamış, onu söze tutmuştu. O da ayakta hayli zaman bu kadının derdini dinlemişti. İşte o zaman kendi kendime bu asla melik falan değildir dedim.

Evet o krallık gibi dünyevi şan - şöhret ve büyüklük kaprisinden ne kadar uzaktı. Bu kadar ayakta dert dinlemesinden elbette anlaşılır. Bu yüzden de son derece sabır gösteriyor, nefsine ağır gelecek şeyleri bile hazmediyor, hiçbir sıkıntı ve bunalma alâmeti de görülmüyor onda. Elbette Resûlullahtır ve her halinde bu seviye ve tabiat billûrlaşmıştır. Dahası var, o sahabesi arasında da kendisine bir özellik tanımaz, fakir ve miskinlerden hiç fark edilmeyecek bir maişet ve hayat biçimi sürdürürdü. O hiçbir gün mükemmel bir sofraya oturmamıştır. Ashabına hiçbir ağır iş teklif etmemiştir ki, kendisi de beraber aynı işe koşmasın. Bu onun değişmez özelliğiydi. Ve dünyayı terk edip Refik-i A'lâya varıncaya kadar da bu hâl üzerindeydi. Peki hangi sırdır onu, böylesi bir kral hayatından men eden? (Ki istese her imkân ayağına gelecek, hem hiçbir melike nasip olmayan kolaylıkla en üstüne ulaşabilecekken dünyalığın) İşte o, Allah'ın kendisine ikram ettiği nübüvvet sırrıdır. Adiy devam ediyor: Beraber evine girdiğimizde, lifle dolu deriden bir minder alıp bana uzattı, «Otur bunun üzerine» buyurdu. Ben oturdum. Kendisi ise toprağa oturdu. Yine ben kendi kendime dedim ki: Vallahi bu asla kral falan değil.

Belki de Adiy (ki o kendi kavmi içinde üstün makama sahipti). Resûlullah’ın evini bambaşka tahayyül etmiştir. Ondan da bir anlam çıkaracaktı belki. Ama aksi durumla karşılaştı. Resûlullah’ın da kar-şısında kuru yere bağdaş kurup oturuşuyla şoke oldu. Ve baktı ha-yâlinde kurduğu şeylerden hiçbir iş ve görüntü yakalayamayınca, hiçbir sözü kalmamıştı. Nasıl diyecekti, bu zâtın, şân - şöhret, dünyalık veya krallık peşinde olduğunu?

Zaten Adiy tarafından hemen anlatıyor, Resûlullah'ın geleceğe âit gaib haberleri görür gibi tanıtışını. Müslümanların ve İslâm'ı istikbâlini nasıl çizip ortaya koyduğunu.

Buyurdu ki: «Kısa zaman sonra, öyle zenginlik ve mal geçecek ki Müslümanların eline, isteklisi bulunmayacak». Resûlullah doğru söylemiştir. Gerçekten Halife Ömer bin Abdülâziz zekât memurunu zekât dağıtmak için Afrika ülkelerine göndermişti de memur geriye getirmişti bu malları. Çünkü zekât alacak kimse yoktu (herkes refah içindeydi). Bunun üzerine bu paralarla bir sürü köle alıp âzâd etti, hürriyetlerine kavuşturdu. Yine demişti ki; «Öyle gün gelecek ki, Kadisiye'den bir kadın tek başına devesine binip, korkusuzca, Beyt'i ziyarete gelecek». Resûlullah doğru çıktı, öbür hadislerinde de buyurduğu gibi, daha bu sözün akisleri kesilmeden İslâm'ın güven ve barış ortamı hâkim olmuş, bir yolcu yol boyunca Allah'tan başka hiçbir korkacağı şey olmaksızın yürür hâle geldi. Bir de çobanın sürüsü için kurttan endişesi vardı belki, başka korku yok.

Yine buyurmuştur ki: «Allah'a yemin olsun ki, Babil'deki beyaz köşklere kadar her şey Müslümanların eline geçecek». Yine haklı çıktı Resûlullah (s.a.v.). Çünkü, biz bunları da gördük veya duyduk. Allah va'dini yerine getirip, Peygamberini teyit etti.

Adiy, Resûlullah'ı hayat ve maişetinde de tam Risâletine mutabık durumda müşahede etmişti. Bu üstün hali, söz ve ifadesinde de bulmuştu. Bunun doğrulayıcı ölçüsünü de daha sonra görecekti, tarih ve zaman içinde. Zaten bu müşahedeleri sonundaydı, İslâm'ı ka-bullenirken aynı zamanda kavminin kendisine verdiği şan ve mevkiden sıyrılıp çıkışı.

Düşünen insan hür ve peşin hükümsüz, düşüncesini bu konuda yoğunlaştırırsa, ne kadar engel bulunursa bulunsun, bu gerçeği kabul edip imana gelmesini önleyemeyecektir. Ama aklın kudsiyyeti, fikrin hürriyeti iptal edilmişse, yerinde kin ve kaba şehvet bitmişse, artık bâtıla saplanıp kalmaktan başka sonuç beklenemez. Ve artık cehalet ve cahillerden başka sığınak, üstün gelme, kör deve gibi çiğneyip geçmekten başka da bir davranış, ya da bile bile körlük ve anlamazlık göstermekten başka akıbet beklenemez.

Bu tiplerin sıfatlarını bize Cenâb-ı Hak, sâdık kelâmında anlatıyor: «Dediler ki, senin çağırdığın şeye karşı, bizim kalplerimizde bir engel var, kulaklarımızda tıkaç. Yâni seninle aramızda perde var. Sen işine bak, biz de kendi işimize bakarız» (Fussilet:5).