İslam Esaslarını Anlatmak İçin Resûlullah'ın Elçiler Salması

«Senetü'l-Vüfûd» yâni hey'etlerin ard arda gelip Resûlullah (s.a.v.) 'a teslim olup Müslümanlıklarını ilân ettikleri senedir. O da sürekli, elçilerini dört bir yana gönderiyor; özellikle de yarımada sathındaki (insan gruplarına) İslâm'ı tebliğ, esas ve hükümlerini ta'lim programları uyguluyordu. Ve kısa zamanda İslâm tüm yarımadaya olduğu gibi, çevre ülkelere de yayıldı. Bu durumda ayrıca, bu insanlara İslâm'ı açıklayıp öğretmek de gerekli oldu. Yâni tebliğ tamam olunca eğitim gerekti. İslâm gerçeğini herkese kavratmak şart idi. İman kalplere iyice yerleşecekti böylece. Bu cümleden olarak Resûlullah (s.a.v.), Hâlid bin Velid'i Necrân'a, Hz. Ali (r.a.)'yi Yemen'e gönderip, onlara İslâm'ı tebliğ, prensip ve hükümleri ta'lim etmelerini emretti. Aynı şekilde Ebû Mûsâ el-Eş'ari'yi ve Muâz İbn Cebel'i de Yemen'in değişik kesimlerine göndermişti. Onlara şu tembihte bulunmuştu Resûlullah (s.a.v.): «Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, ürkütmeyin, hizmet edin». Ayrıca Muâz'a şunu söyledi: «Sen kitap ehlinden bir kavimle karşılaşırsın. Onlara rastladığında önce, Allah'ın birliği ve Muhammed'in, O'nun Resulü olduğunu kabule çağır. Bunu kabul ederlerse, hemen onlara, beş vakit namazın üzerlerine farz olduğunu, geceli gündüzlü kılınacağını bildir. Bunu da benimserlerse; bu sefer de sadaka (zekât)'in farz olduğunu, zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılacağını bildir. Bunu da benimserlerse; o zaman artık onlara iyi davran, hoş muamele et. Mazlumun bedduasından da sakın ki, onunla Allah arasında perde yoktur».

İmâm Ahmed ise Müsned'inde; Resûlullah (s.a.v.) 'in Muâz ile bir-likte Medine dışına çıktığı, Muâz binekte, O yerde olduğu halde ona direktiflerini bildirdiğini nakleder. O şöyle demiştir: «Muâz! Belki de sen bugünden sonra beni göremezsin, bir daha. Kim bilir, sen mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin belki.» Bunun üzerine Muâz, Resûlullah'tan ayrılışına ağladı.

Muâz Yemen'de, Resûlullah'ın vefatından sonra da biraz kaldı. Ve olay böylece O (s.a.v.)'nun haber verdiği gibi tecelli etmişti.

İbretler Ve Öğütler

Şunu önemle ve dikkatle aklımıza yazmak zorundayız ki; Resûlullah (s.a.v.)'ın bu (ve benzeri) elçileri göndermesi, İslâm'a da'vet ve onun esaslarını öğretmek için muallim hey'etlerini etrafa yayması; Müslümana açıkça gösterir ki; İslâm'ı tebliğ, onu öğretme ve benimsetme, her yer ve her çağda, her Müslümanın boynuna borçtur. Ve asla bundan muafiyet yoktur. Günümüz insanlarının çoğunun yanıldığı gibi bir gün olup bu vazifenin sakıt olacağı asla düşünülemez.

Sonra, İslâm, sadece dille söylenip geçilir diye bir şey de yok. Tıpkı hayatımızda bazı kolay yönlerini yapıp geçmekten ibaret olmadığı gibi. Bu din asil ve şerefli idi. Bizim hayatımızda taklit ve âdet haline dönüştü. Dahasını söyleyelim; din, sadece bizim ferdi uygulamamız, sonra da kapımızı kapatıp kimseyle ilgilenmememiz biçiminde bir anlayışı da asla benimsemez. Hâsılı, İslam'ın getirdiği sorumluluk, Müslümandan asla sakıt olamaz. Aksine her halükârda onu yaymak, duyurmak, sevdirmek, yaptırmak için demirden çarık giyip köy köy, ülke-ülke dolaşıp bu yolda emek vermek zorundadır Müslüman.

Bu, bizim boynumuza Resûlullah (s.a.v.)’ın astığı kutsal emânettir. Ve bu hiçbir asırda üstümüzden atamayacağımız, her yerde takibe mecbur olduğumuz ödevdir.

Bütün ulema, özellikle dört mezhebin imamları şunda ittifak et-miştir: İslâm devletinin hakkını vermek için İslâm ülkesi içinde de, dışında da tebliğ her Müslümanın üzerine farz-ı kifâyedir. Hiçbir imam da bu sorumluluğun düştüğü veya sınırlandığım söylemez. Ancak, belli bir teşkilât, elemanlarını çıkarıp belli programlarla memleketin her yerinde davet ve tebliği yürütüyor; deliller koyup dine yöneltilen şüphe ve fitneleri bertaraf ederek, İslâm'ı savunabiliyorlarsa; vazifeyi «kifâye» noktasında yerine getirdiği düşünülebilir. Ve artık öbür fertlerin bu tür faaliyete girmemesi hoş görülebilir. Aksine aynı belde veya öbür İslâm ülkelerine kâfi hizmeti götüremiyorsa; o zaman bütün ülke insanları mes'ul olur.

Cumhûr-u Eimme ve fukahânın sahih kanaati ise; bu sorumluluğun sadece erkeklerin boynunda değil, kadınların da erkekler gibi mes'ul oldukları yönündedir. Hatta hür veya köle olmuş farkı yoktur. Yeter ki mükellefiyet şartları üzere bulunsun. Ve davet ve tebliğ ödevini yapabilecek gücü bulunsun. Çeşitli yönleriyle kabiliyet ve vasıtalarla sahip olsun.

Resûlullah (s.a.v.)’ın, Muâz ve Ebû Musa'ya yaptığı diriltici öğüde gelince; davetinin, davet ve tebliği ânında takınacağı tavır ve uyacağı âdâb-ı muaşeret ilkelerini sunmaktadır bize:

Bunlardan biri; daima kolaylığı tercih etmek, şiddetten sakınmaktır. Müjdeleyici olmayı, korkutuculuğu çok az denemeyi ilke almaktır. Yâni Resûlullah'ın «Tenfir» sözüyle belirttiği, ürkütücü olmamak.

Bunu Resûlullah (s.a.v.) uygulama ve örnekle de açıklıyor. Ve Muâz'a emrediyor: Önce halkı şehadeti kabule çağıracak. Buna kabul gösterirlerse, o zaman namaz kılmayı teklif edecek. Bunu da kabul ettiler mi, artık zekât vermeye davet edecek vs. Ancak tabi kolaylaştırmak ve müjdelemek, hiçbir zaman şer'i hududu aşıp, mubah göstermek anlamına gelmez. Kolaylaştırmaktan maksat, matlûb olan bazı hükümlerden fedakârlık ya da ciddiyetsizlik demek olmaz. Halka kolaylık adıyla dine tasallut yapılamaz elbette. Yine bu kolaylık, ne olursa olsun günahı ikrar anlamına hiç gelmez. Ancak, meşru olan hâl çarelerinden halka kolay geleni sağlamak olabilir. Vesileler arasında seçme imkânı varsa ona yol vermek olabilir. Yoksa kişinin kendiliğinden durum icad etmesi değil. Allah'a çağrının âdabından biri de (bu aynı zamanda emirliğin ve idareciliğin de gereğidir) kime olursa olsun zulmetmekten sakınmaktır. Özellikle de halkın elinden, haksız yere malını almak gibi. İşte bu en tehlikeli zulüm türündendir. Gerçek mes'uliyetten ve Allah (c.c.)'ın murakabesinden gafil olan her davetçinin düşebileceği hatâdır bu. Tıpkı idareci ve sultanların sık uğradıkları gibi.

Resûlullah (s.a.v.) kendisini Yemen'e gönderirken Muâz (r.a.) da, şu iki özelliği kendisine şiar edinmişti: Davet sıfatı, valilik ve emirlik sıfatı. Ve Resûlullah (s.a.v.) özellikle de hangi suretle olursa olsun zulme düşmemesi üzerinde şiddetle duruyor.

«Mazlumun duasından sakın ki; onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur!»