Resûlullah (s.a.v)’ın Hastalığı Ve Refik-i A'lâ'ya Ulaşması

Üsâme Bin Zeyd'in Bülka Üzerine Gönderilmesi:

Resûlullah (s.a.v.) daha Medine'ye varır varmaz, Müslümanlara, Rum üzerine sefer hazırlığı için emir verdi. Bu gazaya gidecek ordu komutanlığına da Üsâme bin Zeyd (r.a.)'i seçti. O zât-ı muhterem daha çok gençti. Resûlullah ona, babası Zeyd bin Hârise'nin şehit düştüğü yere varmasını, atlarına orasını çiğnetmesini emretti. «Bülka» ve Dâruma» denilen Filistin topraklarına yürüme emri vermişti. Bu olay, tam da Resûlullah'ın vefatı öncesi rahatsızlığının ilk belirdiği günlerdeydi.

Ama münafıklar hemen menfî tavır takındılar, bu sefer konusunda; «Genç bir çocuğu Ensâr ve Muhacirin en büyüklerinin başına kumandan yaptı» diye.

Resûlullah (s.a.v.) bunun üzerine halkın huzuruna çıktı. Başı sarılı olduğu halde onlara şöyle hitap etti:

«Siz Üsâme'nin kumandanlığına itiraz ediyormuşsunuz. Vaktiyle babası Zeyd'in kumandanlığına da itiraz etmiştiniz. Vallahi o ku-mandanlığa son derece lâyık ve benim yanımda da insanların en sevgilisi idi. Babası nasıl bana dost idiyse, oğlu da öyle. Ve şimdi de bu öylece kumandanlığa en lâyıktır. Sizin için de babasından sonra en sevgililerden olduğu gibi, en sâlihlerinizdendir. Ve size, itaati tavsiye ediyorum».

Bundan sonra halk hazırlandı. Ensâr ve Muhacirler Üsâme'ye tâbi olarak savaşa çıkmaya hazır oldu. Üsâme, ordusunu Medine dışına çıkarıp ordugâhını Cürüf'te (Medine'ye bir fersah yer) kurdu.

Resûlullah'ın Hastalığı

Bu sırada, Resûlullah'ın vefatının sebebi olan hastalığı şiddet-lenmişti. Ordu burada bekliyor, Allah'ın son hükmünü gözlüyorlardı.

Resûlullah'ın mevlâsı Ebi Müveyhibe'den İbn İshâk ve İbn Sa'd'ın rivayetine göre; Resûlullah'ın ilk şikâyeti şöyle başladı. O zât diyor ki; Resûlullah beni gecenin ortasında gönderdi. Ve ey Ebû Müveyhibe! Şu Baki kabristanında yatanlara istiğfar etmekle emr olundum. Benimle gel, dedi, ben de birlikte yürüdüm. Onların başı ucuna dikildiğimizde; «Ey kabir sahipleri! Selâm üzerinize» diye seslendi. «İnsanların içinde bulunduğu hâle göre sizin bulunduğunuz hâl sizin için daha hayırlıdır. Fitneler karanlık gece kıt'aları gibi birbiri ardınca geliyor. Sonraki gelenleri ise hep öncekinden daha şerli». Sonra bana dönüp: -Bana dünya hazinelerinin anahtarı ile orada ebedî kalmak, bir de Rabbime kavuşup cennete girmek sunuldu ve muhayyer bırakıldım» buyurdu. Ben hemen, anam - babam sana feda olsun yâ Resûlâllah (s.a.v.), sen dünya hazinelerini ve ebedi kalmayı tercih et, sonra da cenneti iste dedim. O da «Hayır! Vallahi ey Ebâ Müveyhibe, ben Rabbime kavuşmayı, cenneti seçtim» buyurdu. Sonra da Baki ehline istiğfarda bulundu ve döndü. İşte o sırada Resûlullah'ın ağrısı başladı ve vefatına kadar sürdü.

Resûlullah ilk rahatsızlığını, şiddetli bir baş ağrısı olarak hissetti. Hz. Aişe (r.a.)'den rivayete göre ise: «O Baki'den dönerken karşılamış, «Vay başım!» diye yakınırken, o da: «Tam aksine vallahi Aişe, esas benim başım!» diye cevap vermişti.

Daha sonra onun rahatsızlığı ağırlaştı. Onu bitkin bırakan bir hummaydı bu ateş nöbeti). Bunun başlangıcı Hicretin on birinci yılı, Sefer ayının son günleriydi. Bu esnada ise Hz. Aişe hep ona Kur'an'dan, «Muavvezeteyn»i okuyup üflüyordu.

Buhâri ve Müslim'in Urve'den nakline göre Resûlullah (s.a.v.) ne zaman hastalansa, Muavvezeteyn'i okur, kendisine üfler ve vücudunu meshederdi. Ölümüne tekaddüm eden bu hastalığında ise Hz. Âişe bu sûreleri okuyup üflemeye ve Resûlullah'ı kendi eliyle meshetmeye başlamıştı.

Resûlullah'ın bu hastalığı sırasında, hanımları onun hastalığını Hz. Aişe'nin evinde geçirme meylini sezmişlerdi. Çünkü ona meylini ve onunla teskin oluşunu öğrenmiş durumdaydılar. Bunun için izin verdiler. Bunun üzerine, Meymune'nin evinden çıktı, iki yanında Fazl bin Abbas ve Ali bin Ebi Tâlib vardı. Onlara dayanarak geldi. Hz. Âişe'nin evinde hastalığı şiddetlendi. Ama hep ashabının üzüntüde kalışının sıkıntılarını yaşıyordu. Ve buyurdu ki; «Bana ağzı açılmamış yedi kırba su getirin ve başımdan dökün de belki halka yaklaşırım (yine çıkıp onlarla konuşabilirim). Hazreti Âişe (r.a.) der ki, onu bir tekneye oturttuk. Ve başladık su kırbalarının suyunu dökmeye. Nihayet artık yettiğini işaret etti eliyle. Sonra halka çıkıp onlarla namaz kıldı ve onlara hitabede bulundu. Bu çıkışında başında bir sargı vardı. Minbere oturdu. İlk sözü de Uhud şehitlerine ve gazilerine dua ve istiğfar etmek oldu. Ve şöyle dedi: «Bir kulu Allah kendisine dünya güzelliklerini vermekle, kendi indindekini verme hususunda serbest bıraktı da kul onun yanındaki ni'meti seçti.» Bunun üzerine Ebû Bekir (ra) ağladı. (Çünkü o, Resûlullah'ın ne kastettiğini biliyordu). Ve şöyle seslendi ona: Babalarımız, analarımız, sana feda olsun! Resûlullah ise: «Sakin ol yâ Ebâ Bekir!» buyurdu.

Ey nâs! Bana, mal ve dostluğuyla en emin kimse Ebû Bekir'dir. Eğer dost edinmem gerekse, muhakkak ki Ebû Bekir'i edinirdim. Ama İslâm kardeşliğimiz var. Mescide açılan kapıların hepsi kapansın. Yalnız Ebû Bekir'in kapısı kalsın. Ben hepinizden öndeyim ve sizi bekleyeceğim. Zaten şu an havuzumu görüyorum. Esasen bana yeryüzü hazinelerinin anahtarı verildi. Vallahi ben sizin, benden sonra müşrik olacağınızdan değil de dünya için birbirinize düşmenizden korkuyorum.

Resûlullah evine döndü. Çünkü hastalığı iyice şiddetlenmişti. Ağırlığı çökmüştü üzerine. Hz. Âişe'nin rivayeti şöyle: «Resûlullah (s.a.v.) bana bu hastalığı anında; «Bana baban Ebu Bekir'i ve kardeşini çağır» dedi. Onlara bir yazı yazayım. Korkuyorum, çünkü, yarın biri kalkıp da ben daha üstünüm (müstehakım) diyebilir. Halbuki Allah da mü'minler de Ebû Bekir'den başkasına razı olmaz.

İbn Abbas'ın rivayeti ise şöyle: Resûlullah'ı hastalık sıkıştırdıkça, evde o andaki bir zâta: «Bana bir kâğıt getirin, size öyle bir yazı yazayım ki, artık sapıtmayasınız.» Fakat bazıları, hastalık Resûlullah'ı bunaltmıştır da böyle konuşuyor. Halbuki elimizde Kur'an var. Bize Allah'ın kitabı yeter. Bunun üzerine evdekiler arasında tartışma çıktı. Kimisi, getirin yazsın, böylece sapıklıktan korunuruz, kimi de buna ters beyanlarda bulununca, evde bir uğultu başladı. Bunun üzerine Resûlullah: «Hadi dışarı çıkın» buyurdu.

Artık Resûlullah (s.a.v.) çıkıp halka namaz kıldıramayacak halde idi. Bunun üzerine: «Ebû Bekir'e söyleyin, halka namaz kıldırsın» buyurdu. Buna karşı da Hz. Âişe: «Yâ Resûlâllah! Ebû Bekir çok yufka yüreklidir. Senin makamına geçince dayanamayabilir ve sesini de kimseye duyuramaz» diye müdahale edince:

«Siz Hz. Yûsuf'un çevresindeki kadınların tıpkısısınız. Söyleyin Ebû Bekir namazı kıldırsın cemaate» diye tekrarladı.

Bundan böyle de halka namaz kıldıran hep Ebû Bekir (r.a.) oldu. Bu günlerde, bir keresinde Resûlullah (s.a.v.) namaza çıktığında (hastalığın hafiflemesi anında) Hz. Ebû Bekir'in halka namaz kıldırdığını gördü. Ebû Bekir geri çekilmek istedi. Fakat Resûlullah devam etmesini işaret buyurdu. Ve kendisi de Ebû Bekir'in yanında oturdu. Ebû Bekir namazı kıldırırken o da oturduğu yerde kılıyordu. Halk da Ebû Bekir'le namaza devam ediyordu.

Bu esnada Resûlullah'ın böyle çıkışını hayra yoran cemaat birbirini müjdelediler fakat hemen de hastalık şiddetlenmişti. Ve zaten çıkıp cemaatle namaz kılışının sonuncusu olmuştu bu. İbn Mes'ûd bu konuda şunları nakletti: Ben Resûlullah'ın yanına vardığımda ateşler içinde yanıyordu. Ellerimle dokundum ve yâ Resûlâllah (s. a.v.), senin çok fazla ateşin var dedim. O da evet dedi. «Sizin iki kişinizin ateşi kadar ateşim var.» Bunun üzerine öyleyse bundan ötürü iki kat ecrin var dedim. Evet dedi, «Bir mü'mine Allah bir hastalık çilesi verdi mi, ona denk de mükâfat verir. Öyleyse ağacın yaprağını döktüğü gibi günahları dökülür o kimsenin. Resûlullah bu esnada yüzüne bir perde tutuyordu. Sıkıntı gelip de acısı artınca onu açtı da: «Lanet olsun Yahudi ve Hristiyanlara. Nebilerinin kabirlerini mescit yaptılar (onları ilâhlaştırdılar)» buyurdu.

Resûlullah (s.a.v)’ın Ölüm Dalgınlığı

Bu Allah'ın her kulu için koyduğu değişmez kanundur. «Sen de öleceksin, onlar da».

İşte böylece on birinci hicret yılı Rebiülevvel ayının on ikinci günü, pazartesi sabahına varıldı. Halk mescitte Hz. Ebû Bekir'in arkasında sabah namazını kılıyordu. Birden Hz. Âişe'nin odasının, (mescide açılan kapısındaki) perde açıldı, ardında Resûlullah (s.a.v.) göründü. Onları saflarında seyretti ve gülümsedi onlara. Hz. Ebû Bekir geriye çekilip safa girmek istedi. Çünkü Resûlullah'ın çıkıp namaz kıldıracağını sanmıştı. Müslümanlar da Resûlullah'ın halinden sevindiler. Nerde ise namazlarından çıkacaklardı. O eliyle işaret edip, namaza devam etmelerini emretti. Sonra da odasına dönüp perdeyi kapattı.

Resûlullah (s.a.v.) döndü, tekrar Hz. Âişe'nin odasında yatağına yattı ve başını Hz. Âişe'nin göğsüne dayadı. Artık ölüm hâli onu sarmıştı. Yanındaki tasta bulunan suya ellerini batırıp yüzüne sürüyor ve «Lâ ilahe illallah, ölümün acıları varmış» diyordu. Hz. Fâtıma (r.a.) bu halleri görünce: «Vah babamın çektiği ızdıraba» diye feryada başladı. Resûlullah (s.a.v.) ise:

«Babanda bu günden sonra sıkıntı kalmayacak» diye mukabele etti.

Hz. Âişe der ki: «Benimle onun tükürüğünü ölümü halinde birleştirdi. O gün Abdurrahman yanıma gelmişti. Elinde bir misvak vardı. Resûlullah ise bana yaslanmış durumda idi. Baktım misvaka bakıyor. Misvakı arzuladığını anladım. Onu sana alayım mı dedim. Evet anlamına başını salladı. Aldım ve fakat sertti. Yumuşatayım mı dedim. Yine başıyla evet dedi. Ona göre yumuşattım (ağzında ıslatarak) ve kullandı. Yanında bir kapta su vardı. Ellerini ona batırıp yüzüne sürüyor ve: «Ölümün de acıları varmış, Lâ ilahe illallah» diyor. Sonra ellerini kaldırıp: «Refik-i A'lâ'ya yâ Rab dedi. O halde ruhu kabz oldu ve elleri yana düştü.

Resûlullah'ın vefat haberi hemen halk arasına yayıldı. Hz. Ebû Bekir çıkıp geldi. O biraz önce Sünüh semtindeki evine gitmişti. Çünkü Resûlullah'ın iyileştiğini sanmıştı. Şimdi ata binip gelmişti, iner inmez mescide girdi. Kimseyle konuşmadan doğruca Hz. Aişe'nin odasına geçti. Resûlullah'ın üzerine çizgili bir bez örtülmüştü. Üstünden örtüyü çekip yüzünü açtı, eğilip onu öptü ve ağladı. Anam-babam sana feda olsun, Allah sana iki ölümü cem etmez. Sen, sana yazılan ölümü tattın. İkinci bir ölüm tatmayacaksın, dedi ve çıktı. Ömer hâlâ konuşmuyordu. Resûlullah'ın ölmediğini iddia ediyordu. «O sadece Hz. Musa'nın Rabbine gittiği gibi gitmiştir. O ölmez, ta münafıkları yok edinceye kadar» diyordu. Hz. Ebû Bekir ona döndü: «Sakin ol Ömer, sus!» diye seslendi. Ama Ömer sözüne devam etti. Ebû Bekir onun susmayacağını anlayınca halka hitaba başladı. Halk da ona yönelince Ömer'i yalnız bırakmış oldu. Ebû Bekir şöyle konuştu: «İmdi ey nâs! İçinizde Muhammed'e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki, O Hayy ve Lâyemût'tur». Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: «Muhammed sadece peygamberdir. Ondan önce de çok peygamber geldi geçti. Peki, o ölür veya öldürülürse siz tabanlarınız üzerine geri mi döneceksiniz?»

Bütün halk bu âyeti sanki Ebû Bekir okuyuncaya kadar hiç duy-mamışlardı. Bütün halk ona kulak verdi. Halbuki onu duyan herkes okumaya başladılar. Ömer (r.a.) der ki: «Vallahi bu âyeti ilk defa Ebû Bekir'den işitmiş gibiyim. O âyeti duyar duymaz anladım ve inandım ki, artık Resûlullah ölmüştür ve ayaklarımın bağı çözüldü, yere yığıldım.

Râviler ve siyer uleması, Resûlullah (s.a.v.)'ın altmış üç yaşında vefat ettiğinde ittifak ettiler. Kırk yılı bi'setten önce idi. On üç yılı ise Mekke'de davetle geçti. On yılı da hicret sonu ve Medine'de geçmiştir. Vefatı ise on birinci yılın başlarında vuku bulmuştu.

Buhârî'nin Amr bin Hâris'ten rivayeti ise şöyle: «Resûlullah ar-kasında ne bir dinar veya dirhem para, ne köle, ne de carîye bıraktı. Sadece bindiği beyaz katırı, silâhı, bir de sadaka olarak vakf ettiği arazisi vardı».

Dersler Ve İbretler

Mustafa (s.a.v.) efendimizi siretinin bu son olayını anlatan kısım, bu vücudun en büyük ve gerçek hikâyesini parıldatmaktadır. Öyle vakıa ki; en ceberut zorbalar, en taşkın ve âsiler onun karşısında sinek gibi ezilir. Bu büyük vakıa varlığın her safhasında, her dalga aralığına uzanır. Her oluşu ve varlığı bitişe, bir yokluğa götürür. Böylece de yeri göğü kahreden kudretin önünde tüm beşer hayatını kulluk boyasıyla boyar ve zelil kılar, boyun eğdirir, ister istemez boyun eğilen gerçektir bu. İster âsi ister muti herkes ona peki demek zorundadır. Reisler ve ilâhlık taslayanlar, resuller ve nebiler, seçkinler ve makbuller, fakirler ve zenginler, ilim ve keşif sahipleri, herkes ama herkes.

Zaman ve mekân durdukça sürekli çağrıda bulunan gerçek, her duyabilenin kulağında, her düşünebilenin aklında; «Ulûhiyyet (Öl-mezlik, ebedîlik) yalnız Allah'a mahsustur». Hâkimiyet de tek başına baki olana mahsustur. O'dur işte, hükmüne ve icraatına karşı durulmayan. Saltanatı ve hâkimiyetinin sınırı yoktur. Hükmünden dışarı çıkmak, emrinin üstüne tırmanmak kimseye müyesser değil.

Bu işaretleri bize apaçık inkâr edilmez, eğilmez bükülmez biçimde veren ölüm acıları. Ölüm sarhoşluğundan başka, yâni ölümden başka ne verebilir? Çünkü yüce Rabbimiz onunla kahrediyor dünya sakinlerini, varlığın şafağından beri. Ve kahredecek hep, ta varlığın son güneşinin batışına kadar. Bu dünya agorasında kendisine bir karışlık yer ve hürriyet tanınan nice mağrurlar batıp gitti. Ya da kendilerine bir nebze ilim verilip de onunla çevresini tanıyan, keşif edecek akıl verilen niceler hep böyle geçti. Daha da geçerler. Ama bu vakıa (ölüm) bu büyük gerçek, bir anda yakalar ve çarpar ki, kul olduğunu ve kimin emrine bağlı bulunduğunu o an, o yerin ve göğün sahibi, hepsini ayakta tutan kudreti önünde ne zelil varlık olduğunu sezdirip anlatır.

«Her nefis ölümü tadacaktır!»

Sınır yok, geneldir bu. Özel değil herkese şâmildir, sadece dünyaya âit de değildir.

Haydi gelsin modern ilmin tellâlları. Yeni gelişmelerin, fezayı fethetme gayretinin havarileri toplansın, bütün tedbirlerini alıp, hem imkânlarını biriktirsin, bütün makina ve elektronik aletleriyle füzelerini hazırlayıp yığsınlar, bütün bunları çalıştırıp yararlansın da şu kendilerini kahr u perişan eden ölümü bertaraf etsinler. Ellerinden gelirse bu ilâhî tehditten nispeten kurtulmayı denesinler: (Her nefis ölümü tadacaktır) bunu başarırlarsa, o zaman kendilerine bir yüksek kule yapıp da, isyan ve küfürlerinin, kibir ve putluklarının belirtisi olarak orada yaşamaları yaraşır. Ama bunu başaramayacaklarına göre, o halde biraz düşünmeleri gerekir; çatısı altında kaybolacakları kabri, altında uzanıp kalacakları toprağı ve kendilerini yakalayıp kahredecek o pençeyi bir iyi düşünüp kavramaları.

Allah (c.c.) için Resulüne, ölümün elemsiz ve en hoşunu vermesi kolaydı elbette. Ama hikmet-i ilâhi bununla, elemin en şiddetlisini tattırmakla, insanlar arasında yakınlık - uzaklık farkını kaldırmak murat etmiştir. Kim olursa olsun, ilâhî icraat değişmez. Böylece insanlık tevhidinin mânâ ve hakikatini kavrar. Ve anlar ki, yerde ve gökte ne varsa hepsi de Allah'a kulluğa mahkûmdur. Artık anlaşılsın ki, Resûlullah bile yaşayıp da bir gün onun takdiri olan ölüm gelince, en itaatkâr bir kul olması bakımından baş eğip ölüme teslim olduktan sonra, kimsenin kullukta bir imtiyazı düşünülemez. Kulluğun ötesine tırmanamaz. Allah'ın sevgilisi, o ölümün acı ve çilesine mâruz kaldıktan sonra, kimseye ölüm acısı, sekerât-ı mevtin hafifletilmesi diye bir imtiyaz yoktur.

Bu anlamı Kelâm-ı ilâhi'de apaçıktır. «Sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir». Yine: «Senden önce hiçbir kimseye ebedi yaşama imkânı tanımadık. Sen öleceksin de onlar baki mi kalacak? Her nefis ölümü tadacaktır. Hayırda ve şerde sizi deneyeceğiz, fitne açısından. Ve sonra da hepinizi kendimize döndüreceğiz».

Öyleyse biz Siyer-i Nebî (s.a.v.)'nin şu son bölümünde, dehşetli iki gerçeğin manzarası karşısındayız. İkisi de Aziz ve Celîl olan Allah'a iman ilkeleri direkleridir bunlar. Veya topyekûn mükevvenatın temel dayanağı, varlığın özeti.

Allah (c.c.)'ın birliği vakıası Allah'ın tanzim ve telkin ettiği külli olan kulluk ilkesi. Allah'ın bu hükmünde de asla bir değişiklik ve düzeltme görülemiyor.

Şimdi artık, bu bahsin bize öğrettikleri ve taşıdığı yüce hüküm-lerden bulabildiğimizi arzedelim:

1- İslâm Ahkâmında, Sâlih Amelden Başka Üstünlük Sebebi Yoktur:

Zeyd bin Harise çok hassas bir insandı. Ve o da işte Üsâme'nin babasıydı. Aslı da kölelikten âzad edilmiş kişi. Üsâme ise, dediğimiz gibi, o an henüz 18-20 yaşlarında bir gençti. Ama zaten Resûlullah nezdinde küçüklüğün veya yaşlılığın bir önemi yoktu. Sahabenin ileri gelenlerinin başına emir yapmak da onca normaldi. Hem de en büyük savaşlarda bile. Varsın münafıklar bunu, mızıkçılık yapıp şaşkınlık doğurmak için bahane etsinler. İslâm şeriatı bunu garipsemez ve kerih görmez. Çünkü İslâm, insanları keyfi olarak alçaltan, yücelten câhiliyye mikyas ve kriterlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Muhtemel ki Resûlullah (s.a.v.) da Üsâme’de başkalarından daha büyük liyâkat görmüştür, bu gazvede kumandan olmak için. Eh bu durumda, başlarına habeşî bir köle de tâyin edilse, itaat edip emrine uymak Müslümanlar için kaçınılmazdır. Bunun içindir ki, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in halife olur olmaz, ilk işi Üsâme ordusunu hedefine sevk etmek olmuştur.

Nitekim, Üsâme ordusunu bizzat uğurlamış. Uğurlarken Üsâme binek üstünde olduğu halde, kendisi yaya yürümüş. Üsâme ise: «Ey Resûlullah’ın halifesi! Ya sen bin, yoksa ben ineyim atımdan» deyince, Ebû Bekir'in cevabı dehşet: «Vallahi ne sen ineceksin ne de ben bineceğim. Varsın, Allah yolunda benim de ayaklarım bir saatliğine tozlansın.»

Hz. Üsâme bu gazadan zafer ve başarıyla dönmüş, Müslümanlara da birçok yönden fayda te'min etmişti bu yürüyüşle.

Sihir Ve Sihire Karşı Muska Yapmak

Resûlullah (s.a.v.) Muavvezat ile kendisine yaptığı en önemli rukye sihirden ötürü olmuştur. Lebid İbn A'sam ona sihir yapmıştı. Buhâri hadisinde nakledilmiştir.

Ulema, Müslümanların cumhuru, sihir üzerinde düşünmüş, tıpkı öbür olaylar gibi o da gerçekten olabilir demiş. Yâni sihir vardır, olmaktadır. Delili ise bu hadistir. Allah Teâlâ da kitabında zikretmiştir. Öğrenilebiliyor da. Öyleyse bu da bir bilgidir, vardır. Âyet-i kerîme böyle beyân ediyor. «O ikisinden karı ile koca arasını açma san'atını öğrendiler».

Karı - kocanın arasını açmak da bilindiği gibi olagelmektedir.

Aşağıdaki iki sebepten ötürü bunu bazı kimseler müşkil bul-maktadır :

a- Sihrin oluşu gerçek ve sabit olunca, bu (bazılarının vehmine göre) tevhit prensibine ters ve te'sirin sırf Allah'a âit olmasını ihlâl edici olur.

b- Aynı zamanda, Resûlullah’a sihir yapıldı demek, (yine o vehme göre) peygamberlik makamı ile bağdaşmaz ve halkı bundan şüpheye düşürür. Halbuki burada hiç de şüpheye mahal yok, müşkil de değil.

Birinci endişeye cevap şudur: Sihrin hakikaten var ve sabit olması demek, bizzat müessir bir prensip demek değildir. Bu «Zehir etkili, gerçek ve sabittir, ilâcın da te'sir ve etkisi var ve gerçektir-, dememize benzer. Bu sözü inkâr kaabil mi? Üstelik burada gerçek te'sir işi Allah'a mahsustur. Nitekim sihirden söz ederken Rabb-i Teâlâ: «Onun bir kimseye zararı olamaz. Allah'ın izni olmadan» buyurur.

Böylece Allah, sihirden, doğrudan ve bizzat etkiyi nefyetmiştir. Ama O'nun izni dahilinde sihirin bir işlevi ve belli zamanda te'siri iptal edilmektedir.

İkinci şüpheye cevap da şöyle: Resûlullah (s.a.v.)'in mâruz kaldığı sihir, sadece onun cismine ve zahirine müessir olmuştur, bilindiği gibi. Onun aklına, kalbine veya itikadına asla! Onun bundan müteessir olması ise tıpkı herhangi bir hastalığa yakalanıp ondan beşer olarak, cismen müteessir olması gibiydi. Bilindiği üzere Resulün masumiyeti, vücudunun beşeri hastalıklardan korunmuş olmasını da zarurî kılmaz.

Kadî İyâz der ki; «Resûlullah'ın yapmadığı halde kendisine bir şeyi bu halinde yapmış gibi gelmesi mes'elesine gelince; O'nun şeriatı ve tebligatı açısından onun bir delili yoktur. Bu hâl, bir noksanlık ve ayıb da değildir. Çünkü onun ismeti üstüne deliller kesin ve icmâ vâki olmuştur. Yâni beşerî hayatındaki arızalar onun risâletine dahil olmaz. Bu ise onun yüceltildiği ve ba's edildiği şeylerden olmayan dünyevi, vukuu caiz mes'ele olarak telâkki edilir. Tıpkı, beşere arız olan öteki âfetler gibi. Özü, hakikati olmayan bazı şeylerin ona var gibi gelmesi, sonra da açıklanması normaldir, akla uzak gelmez. Ben de derim ki, humma ve nâbet ânında bu tabiî arazların sonucu, ateşin şiddetinin eseri olarak hastayı aslı olmayan bazı hayâl ve vehimler kaplayabilir. Zihinde böyle yanılmalar olabilir. Bu tür tabii etkilere mâruz kalmak ise beşerî olup, enbiyâ ile öbür insanlar arasında fark olmasa gerektir.

Çünkü Resûlullah'a yapılan sihirle ilgili haber, Resûlullah (s.a.v.)'a Allah'ın verdiği hârikalardandır. Ona bir noksan ve ayıp değil, hatta ona ilâhi ikramların en yenisidir, onu koruduğunun ispatıdır. Nitekim Resûlullah duâ etti, cismine arız olan bu halin esas ve hilesinin kendisine bildirilmesi için. Öyle duâ ki, belki başka hiçbir şeye bu kadar çok duâ etmemiştir. Lebid İbn A'sam'ın yaptığı bu gizli işlemin bütün kapalı formül ve vasıtaları Resûlullah'a bildirildi, yerine varılıp çıkarıldı, iptal edildi. İşte bunu bildiren hadis:

Müslim, Hz. Aişe'den naklettiler. O der ki: Benî Züreyk'ten Lebid İbn A'sâm diye bir adam Resûlullah (s.a.v.)'a sihir yaptı. Öyle ki Resûlullah, bir şeyi olmadığı halde, kendisine bir şeyler olduğunu hayâl ediyordu. Bir gün veya bir gece idi, ben yanında idim. Hep duâ ediyordu. Sonra şöyle dedi: «Ey Âişe, Allah benim ettiğim duayı kabul etti. Biliyor musun? Bana meleklerden iki kişi geldi. Biri başucumda, biri ayakucumda oturdu. Biri sordu, bunun hastalığı nedir? Öbürü, sihir yapılmış dedi. İlki, kim yapmış sihiri diye sordu. Öteki de Lebid İbn A'sam yapmış dedi. Peki ne ile, nasıl yapmış dedi. Öteki, erkek hurmanın kurumuş, çiçek tarhı ile saç ve sakalın taranmasından olan artıklar, dedi. Peki şimdi nerede bu sihir, dedi. Öbürü de Zervan kuyusunda diye cevap verdi. Resûlullah, ashabından birini gönderip onu getirtti. O geldi ve dedi ki: Ey Aişe, kuyunun suyu kınaya boyanmıştı. Çevresindeki hurma tepeleri ise şeytan başı gibiydi. Dedim ki, yâ Resûlallah! Sen onu istihraç etmedin mi? (Kimin yaptığını öğrenmedin mi? Şöyle cevap verdi: Allah bana afiyet verdi, ben artık burada, halka bu yüzden zarar vermeyi hoş görmem. Ve emretti o kuyu kapatıldı.

Görüyoruz ki, bu hadis yine Resûlullah'ın, Cenâb-ı Hak tarafından nasıl korunup kollandığını gösteriyor. Ona yapılanın yüzünden terettüb eden ezâ ve belâ bu ikramın yanında bir hiçtir. Ve sadece cismine ve beşeri yönüne etkili olmuştur. Nihayet bir kimsenin şöyle bir müşkil ileri sürmesinden başka bir şey kalmadı: Sihir bir gerçek ise peki mucize ileri siniri nasıl ayırdedeceğiz?

Buna da cevabımız şu olur: Peygamber elinde gerçekleşen mucize bir iddiaya bağlı olarak meydana gelir. Dâvanın doğruluğunu ispat için bir meydan okumadır mucize. Halbuki sihir, sihirbazın Nebi olduğunu ispata yönelik değildir. Bu demektir ki, sihrin etki ve sultası mahduttur. Dediğimiz gibi o bir gerçek olsa da bu böyledir. Hatta onun belli bir sınırı aşamadığı, ilmin dibine varamadığı, gerçeğin temeline inemediği ve nihayet eşyanın önünde, bir değişiklik yapamadığı da ortadadır. Bunun için Cenâb-ı Hak, Fir'avun nâmına sihir yapan sihirbazları şöyle tarif ediyor: «Onlar iplerini ve sopalarını yere attılar. Fir'avun'a onların sihri icabı onlar yürüyor gibi geldi». Hz. Mûsâ da gördüklerini şöyle adlandırdı: «Hayâli olarak uydurdukları, yâni onların ip ve ağları gerçekten, sihirlerinin sonucu olarak, yılana dönüşmemişti. Sadece seyredenlerin gözlerini yanıltmış, bağlamıştı. Ne sopalara ne de iplere bir etki yoktur. Yine bunu da başka bir âyet açıklıyor: «Halkın gözünü yanılttılar. Halkı korkuttular, böylece de en büyük sihri yapmış oldular». Şimdi bu nakledilenleri iyi bir düşünüp terkip edersek, görürüz ki; sihrin var oluşu gerçek oluşuyla, şu görünüşüyle ilâhi kelâm çatışmaz: «Onlara, sanki ona vuruyormuş gibi geldi, öyle zannetti». Çünkü ipleri yılana döndürmüş olması bir hayâl ve yanılgıdır. Ama gözün etkilenmesi, bu olaydan ve bu etki ile onu öyle görmesi gerçektir, olmaktadır. Bu da sihirbazın göze olan işlem ve etkisidir, doğrudur. Şunu da anlıyoruz ki, sihir gerçekten insanın cismine ve hislerine etkili oluyor. Özünde, temel hakikatinde olmamakla birlikte, görülen ve hissedilen bazı sebeplerle ve muamelelerle tezahür ediyor.

3- Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Faziletlerinden Örnekler

Biz yukarıda Resûlullah (s.a.v.)'ın hastalığını anlatırken, Ebû Bekir (r.a.)'in, Resûlullah'ın nezdindeki itibar ve üstünlüğüne dair dört tane delil tespit ettik.

a- Resûlullah o son hutbesinde; «Bir kul ki, Allah onu dünya ni'metleriyle kendi cânibindeki ni'metler arasında muhayyer kıldı. Kul da onun yanındakini tercih etti» diye söz edince bununla Resûlullah (s.a.v.)'ın ne demek istediğini sezmiş ve yüksek sesle, ağlayarak «Anam, babam sana feda olsun» demişti. Ondan başkası bunu anlayamamıştı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) ecelini anlatmak istemişti. Nitekim bu hadis bazı başka yollarla, Ebû Said el-Hudri’den de nakledilir. O zat der ki, «Ebû Bekir ağlayınca ben kendi -kendime dedim ki; Resûlullah'ın bize bir kulun serbest bırakılması ve onun da bir şeyi tercih etmesini anlatmasından ne anlıyor da bu ihtiyar böyle ağlıyor?» Halbuki Resûlullah imiş o tercihi yapan. Bize öğreten Ebû Bekir oldu.

b- Resûlullah (s.a.v.), «Benim için malıyla ve dostluğuyla insanların en güveniliri Ebû Bekir'dir» diye buyurmuştur. İşte bunlar, Ebû Bekir'den başkasına verilmeyen, tescil edilen tanımlardır.

c- Yine yukarıda kaydetmiştik. Hz. Aişe'den Müslim'in rivayet ettiğine göre; Resûlullah ona: «Bana, Ebû Bekir'i, babanı ve kardeşini çağır. Gelsinler bir senet yazacağım. Çünkü endîşe ediyorum. Yarın biri kalkıp ben daha üstün ve müstehaktım», diyebilir. Halbuki Allah da mü'minler de Ebu Bekir'den başkasına itibar etmez» buyurdu. İşte bu hadis, bir bakıma, Resûlullah (s.a.v.)'in kendinden sonra Hz. Ebû Bekir'i halife tâyin ettiğini anlatır. İlâhî hikmet, Resûlullah (s.a.v.) böyle bir ahdi sahabesinden alması ve bunu yazıya geçirmesini önlemişse, bütün bunlar, ondan sonra hilâfetin veraset ile veya elden ele geçmesini önlemek içindir. Tabii öyle endişesiz tek kişiye uyulması sonucu, onun vereceği kararlarla ahkâmın salâhı yerine, uygulamanın ifsadına götürecekti.

d- Bu zât-ı muhteremin (r.a.) daha sağlığında Resûlullah tarafından, halka namaz kıldırmaya vekil kılınması da onun büyüklüğünü apaçık gösterir: Nitekim Resûlullah'ın bunda nasıl ısrar ettiğini ve şiddet gösterdiğini, hatta bu yüzden Hz. Âişe'yi azarladığı, yukarıda nakillerde görülmüştü. (Söyleyin namazı Ebû Bekir kıldırsın sözüne karşı beyanda bulunduğu için.)

Hz. Ebû Bekir hakkındaki bu tespit ettiğimiz meziyetler bütün sahih hadis kitaplarında mevcuttur. Ve diyoruz ki; işte bunlardan ötürü, Müslümanlar ona bey'at etmeyi tercih ettiler, onu Resûlullah'a vekil tâyin ettiler. Ve tabii bunlar asla, öbür sahabenin ve halifelerin fazilet ve meziyetlerini yok etmez. Özellikle de Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)'in. Çünkü gördük ki, Hayber gazasında Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: «Bu sancağı yarın öyle bir adama vereceğim ki; onu Allah da sever, Allah'ın Resulü de.» O zaman halk başlamıştı gece boyunca, acaba bu sancak kime verilecek diye düşünüp konuşmaya. Sonunda o sancağa Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) sahip olmuştu.

Böylece, vefatı müteakip (Müslümanların en mübrem ihtiyacı olan) «Hilafet» mes'elesi sona ermiş; Müslümanlar kesin karar vermiş, kaçınılmaz görülen münakaşa ve müzakere sonunda aralarında kavga ve tefrika çıkmamıştı. Ali ile Ebû Bekir arasında ise, birbirlerinin fazilet ve meziyetlerini anlatmaktan başka hiçbir tartışma olmamıştır. Durum bu olunca ve mes'elenin bizzat kendilerini ilgilendirdiği zâtlar arasında münakaşa veya düşmanlık yerine, tek kalp gibi birbirlerine dost ve birbirini hayırla yâd eden tavır hâkim olunca, artık bize ne düşer? On dört asır sonra kalkıp, falan üstündü, hilâfete o daha lâyıktı gibi bayağı sözlerle vakit kaybetmemiz, buğz ve düşmanlığı artırmaktan başka neye yarar?