Sihir Ve Sihire Karşı Muska Yapmak
Resûlullah (s.a.v.) Muavvezat ile kendisine yaptığı en önemli rukye sihirden ötürü olmuştur. Lebid İbn A'sam ona sihir yapmıştı. Buhâri hadisinde nakledilmiştir.
Ulema, Müslümanların cumhuru, sihir üzerinde düşünmüş, tıpkı öbür olaylar gibi o da gerçekten olabilir demiş. Yâni sihir vardır, olmaktadır. Delili ise bu hadistir. Allah Teâlâ da kitabında zikretmiştir. Öğrenilebiliyor da. Öyleyse bu da bir bilgidir, vardır. Âyet-i kerîme böyle beyân ediyor. «O ikisinden karı ile koca arasını açma san'atını öğrendiler».
Karı - kocanın arasını açmak da bilindiği gibi olagelmektedir.
Aşağıdaki iki sebepten ötürü bunu bazı kimseler müşkil bul-maktadır :
a- Sihrin oluşu gerçek ve sabit olunca, bu (bazılarının vehmine göre) tevhit prensibine ters ve te'sirin sırf Allah'a âit olmasını ihlâl edici olur.
b- Aynı zamanda, Resûlullah’a sihir yapıldı demek, (yine o vehme göre) peygamberlik makamı ile bağdaşmaz ve halkı bundan şüpheye düşürür. Halbuki burada hiç de şüpheye mahal yok, müşkil de değil.
Birinci endişeye cevap şudur: Sihrin hakikaten var ve sabit olması demek, bizzat müessir bir prensip demek değildir. Bu «Zehir etkili, gerçek ve sabittir, ilâcın da te'sir ve etkisi var ve gerçektir-, dememize benzer. Bu sözü inkâr kaabil mi? Üstelik burada gerçek te'sir işi Allah'a mahsustur. Nitekim sihirden söz ederken Rabb-i Teâlâ: «Onun bir kimseye zararı olamaz. Allah'ın izni olmadan» buyurur.
Böylece Allah, sihirden, doğrudan ve bizzat etkiyi nefyetmiştir. Ama O'nun izni dahilinde sihirin bir işlevi ve belli zamanda te'siri iptal edilmektedir.
İkinci şüpheye cevap da şöyle: Resûlullah (s.a.v.)'in mâruz kaldığı sihir, sadece onun cismine ve zahirine müessir olmuştur, bilindiği gibi. Onun aklına, kalbine veya itikadına asla! Onun bundan müteessir olması ise tıpkı herhangi bir hastalığa yakalanıp ondan beşer olarak, cismen müteessir olması gibiydi. Bilindiği üzere Resulün masumiyeti, vücudunun beşeri hastalıklardan korunmuş olmasını da zarurî kılmaz.
Kadî İyâz der ki; «Resûlullah'ın yapmadığı halde kendisine bir şeyi bu halinde yapmış gibi gelmesi mes'elesine gelince; O'nun şeriatı ve tebligatı açısından onun bir delili yoktur. Bu hâl, bir noksanlık ve ayıb da değildir. Çünkü onun ismeti üstüne deliller kesin ve icmâ vâki olmuştur. Yâni beşerî hayatındaki arızalar onun risâletine dahil olmaz. Bu ise onun yüceltildiği ve ba's edildiği şeylerden olmayan dünyevi, vukuu caiz mes'ele olarak telâkki edilir. Tıpkı, beşere arız olan öteki âfetler gibi. Özü, hakikati olmayan bazı şeylerin ona var gibi gelmesi, sonra da açıklanması normaldir, akla uzak gelmez. Ben de derim ki, humma ve nâbet ânında bu tabiî arazların sonucu, ateşin şiddetinin eseri olarak hastayı aslı olmayan bazı hayâl ve vehimler kaplayabilir. Zihinde böyle yanılmalar olabilir. Bu tür tabii etkilere mâruz kalmak ise beşerî olup, enbiyâ ile öbür insanlar arasında fark olmasa gerektir.
Çünkü Resûlullah'a yapılan sihirle ilgili haber, Resûlullah (s.a.v.)'a Allah'ın verdiği hârikalardandır. Ona bir noksan ve ayıp değil, hatta ona ilâhi ikramların en yenisidir, onu koruduğunun ispatıdır. Nitekim Resûlullah duâ etti, cismine arız olan bu halin esas ve hilesinin kendisine bildirilmesi için. Öyle duâ ki, belki başka hiçbir şeye bu kadar çok duâ etmemiştir. Lebid İbn A'sam'ın yaptığı bu gizli işlemin bütün kapalı formül ve vasıtaları Resûlullah'a bildirildi, yerine varılıp çıkarıldı, iptal edildi. İşte bunu bildiren hadis:
Müslim, Hz. Aişe'den naklettiler. O der ki: Benî Züreyk'ten Lebid İbn A'sâm diye bir adam Resûlullah (s.a.v.)'a sihir yaptı. Öyle ki Resûlullah, bir şeyi olmadığı halde, kendisine bir şeyler olduğunu hayâl ediyordu. Bir gün veya bir gece idi, ben yanında idim. Hep duâ ediyordu. Sonra şöyle dedi: «Ey Âişe, Allah benim ettiğim duayı kabul etti. Biliyor musun? Bana meleklerden iki kişi geldi. Biri başucumda, biri ayakucumda oturdu. Biri sordu, bunun hastalığı nedir? Öbürü, sihir yapılmış dedi. İlki, kim yapmış sihiri diye sordu. Öteki de Lebid İbn A'sam yapmış dedi. Peki ne ile, nasıl yapmış dedi. Öteki, erkek hurmanın kurumuş, çiçek tarhı ile saç ve sakalın taranmasından olan artıklar, dedi. Peki şimdi nerede bu sihir, dedi. Öbürü de Zervan kuyusunda diye cevap verdi. Resûlullah, ashabından birini gönderip onu getirtti. O geldi ve dedi ki: Ey Aişe, kuyunun suyu kınaya boyanmıştı. Çevresindeki hurma tepeleri ise şeytan başı gibiydi. Dedim ki, yâ Resûlallah! Sen onu istihraç etmedin mi? (Kimin yaptığını öğrenmedin mi? Şöyle cevap verdi: Allah bana afiyet verdi, ben artık burada, halka bu yüzden zarar vermeyi hoş görmem. Ve emretti o kuyu kapatıldı.
Görüyoruz ki, bu hadis yine Resûlullah'ın, Cenâb-ı Hak tarafından nasıl korunup kollandığını gösteriyor. Ona yapılanın yüzünden terettüb eden ezâ ve belâ bu ikramın yanında bir hiçtir. Ve sadece cismine ve beşeri yönüne etkili olmuştur. Nihayet bir kimsenin şöyle bir müşkil ileri sürmesinden başka bir şey kalmadı: Sihir bir gerçek ise peki mucize ileri siniri nasıl ayırdedeceğiz?
Buna da cevabımız şu olur: Peygamber elinde gerçekleşen mucize bir iddiaya bağlı olarak meydana gelir. Dâvanın doğruluğunu ispat için bir meydan okumadır mucize. Halbuki sihir, sihirbazın Nebi olduğunu ispata yönelik değildir. Bu demektir ki, sihrin etki ve sultası mahduttur. Dediğimiz gibi o bir gerçek olsa da bu böyledir. Hatta onun belli bir sınırı aşamadığı, ilmin dibine varamadığı, gerçeğin temeline inemediği ve nihayet eşyanın önünde, bir değişiklik yapamadığı da ortadadır. Bunun için Cenâb-ı Hak, Fir'avun nâmına sihir yapan sihirbazları şöyle tarif ediyor: «Onlar iplerini ve sopalarını yere attılar. Fir'avun'a onların sihri icabı onlar yürüyor gibi geldi». Hz. Mûsâ da gördüklerini şöyle adlandırdı: «Hayâli olarak uydurdukları, yâni onların ip ve ağları gerçekten, sihirlerinin sonucu olarak, yılana dönüşmemişti. Sadece seyredenlerin gözlerini yanıltmış, bağlamıştı. Ne sopalara ne de iplere bir etki yoktur. Yine bunu da başka bir âyet açıklıyor: «Halkın gözünü yanılttılar. Halkı korkuttular, böylece de en büyük sihri yapmış oldular». Şimdi bu nakledilenleri iyi bir düşünüp terkip edersek, görürüz ki; sihrin var oluşu gerçek oluşuyla, şu görünüşüyle ilâhi kelâm çatışmaz: «Onlara, sanki ona vuruyormuş gibi geldi, öyle zannetti». Çünkü ipleri yılana döndürmüş olması bir hayâl ve yanılgıdır. Ama gözün etkilenmesi, bu olaydan ve bu etki ile onu öyle görmesi gerçektir, olmaktadır. Bu da sihirbazın göze olan işlem ve etkisidir, doğrudur. Şunu da anlıyoruz ki, sihir gerçekten insanın cismine ve hislerine etkili oluyor. Özünde, temel hakikatinde olmamakla birlikte, görülen ve hissedilen bazı sebeplerle ve muamelelerle tezahür ediyor.
3- Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Faziletlerinden Örnekler
Biz yukarıda Resûlullah (s.a.v.)'ın hastalığını anlatırken, Ebû Bekir (r.a.)'in, Resûlullah'ın nezdindeki itibar ve üstünlüğüne dair dört tane delil tespit ettik.
a- Resûlullah o son hutbesinde; «Bir kul ki, Allah onu dünya ni'metleriyle kendi cânibindeki ni'metler arasında muhayyer kıldı. Kul da onun yanındakini tercih etti» diye söz edince bununla Resûlullah (s.a.v.)'ın ne demek istediğini sezmiş ve yüksek sesle, ağlayarak «Anam, babam sana feda olsun» demişti. Ondan başkası bunu anlayamamıştı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) ecelini anlatmak istemişti. Nitekim bu hadis bazı başka yollarla, Ebû Said el-Hudri’den de nakledilir. O zat der ki, «Ebû Bekir ağlayınca ben kendi -kendime dedim ki; Resûlullah'ın bize bir kulun serbest bırakılması ve onun da bir şeyi tercih etmesini anlatmasından ne anlıyor da bu ihtiyar böyle ağlıyor?» Halbuki Resûlullah imiş o tercihi yapan. Bize öğreten Ebû Bekir oldu.
b- Resûlullah (s.a.v.), «Benim için malıyla ve dostluğuyla insanların en güveniliri Ebû Bekir'dir» diye buyurmuştur. İşte bunlar, Ebû Bekir'den başkasına verilmeyen, tescil edilen tanımlardır.
c- Yine yukarıda kaydetmiştik. Hz. Aişe'den Müslim'in rivayet ettiğine göre; Resûlullah ona: «Bana, Ebû Bekir'i, babanı ve kardeşini çağır. Gelsinler bir senet yazacağım. Çünkü endîşe ediyorum. Yarın biri kalkıp ben daha üstün ve müstehaktım», diyebilir. Halbuki Allah da mü'minler de Ebu Bekir'den başkasına itibar etmez» buyurdu. İşte bu hadis, bir bakıma, Resûlullah (s.a.v.)'in kendinden sonra Hz. Ebû Bekir'i halife tâyin ettiğini anlatır. İlâhî hikmet, Resûlullah (s.a.v.) böyle bir ahdi sahabesinden alması ve bunu yazıya geçirmesini önlemişse, bütün bunlar, ondan sonra hilâfetin veraset ile veya elden ele geçmesini önlemek içindir. Tabii öyle endişesiz tek kişiye uyulması sonucu, onun vereceği kararlarla ahkâmın salâhı yerine, uygulamanın ifsadına götürecekti.
d- Bu zât-ı muhteremin (r.a.) daha sağlığında Resûlullah tarafından, halka namaz kıldırmaya vekil kılınması da onun büyüklüğünü apaçık gösterir: Nitekim Resûlullah'ın bunda nasıl ısrar ettiğini ve şiddet gösterdiğini, hatta bu yüzden Hz. Âişe'yi azarladığı, yukarıda nakillerde görülmüştü. (Söyleyin namazı Ebû Bekir kıldırsın sözüne karşı beyanda bulunduğu için.)
Hz. Ebû Bekir hakkındaki bu tespit ettiğimiz meziyetler bütün sahih hadis kitaplarında mevcuttur. Ve diyoruz ki; işte bunlardan ötürü, Müslümanlar ona bey'at etmeyi tercih ettiler, onu Resûlullah'a vekil tâyin ettiler. Ve tabii bunlar asla, öbür sahabenin ve halifelerin fazilet ve meziyetlerini yok etmez. Özellikle de Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)'in. Çünkü gördük ki, Hayber gazasında Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: «Bu sancağı yarın öyle bir adama vereceğim ki; onu Allah da sever, Allah'ın Resulü de.» O zaman halk başlamıştı gece boyunca, acaba bu sancak kime verilecek diye düşünüp konuşmaya. Sonunda o sancağa Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) sahip olmuştu.
Böylece, vefatı müteakip (Müslümanların en mübrem ihtiyacı olan) «Hilafet» mes'elesi sona ermiş; Müslümanlar kesin karar vermiş, kaçınılmaz görülen münakaşa ve müzakere sonunda aralarında kavga ve tefrika çıkmamıştı. Ali ile Ebû Bekir arasında ise, birbirlerinin fazilet ve meziyetlerini anlatmaktan başka hiçbir tartışma olmamıştır. Durum bu olunca ve mes'elenin bizzat kendilerini ilgilendirdiği zâtlar arasında münakaşa veya düşmanlık yerine, tek kalp gibi birbirlerine dost ve birbirini hayırla yâd eden tavır hâkim olunca, artık bize ne düşer? On dört asır sonra kalkıp, falan üstündü, hilâfete o daha lâyıktı gibi bayağı sözlerle vakit kaybetmemiz, buğz ve düşmanlığı artırmaktan başka neye yarar?