Ömer İbn-i Hattab’ın Hilâfeti

O, «Emîrü'l-Mü'minîn» Ömer İbnü'l-Hattâb'dır. Resûlullah (s.a.v.) da EL-FARUK lâkabını vermiştir. Çünkü o, Hakk ile bâtılı ayırmıştı. Sıddık (r.a.)'ın vefat günü kendisine bey'at edildi ve ferdi hayatındaki kişiliğini direnci ve mücadelesini hilâfetinde de gösterdi. Allah onunla İslâm’ın şânını yaydı, yüceltti.

İlk icraatı olarak, Halid bin Velid'i cephe komutanlığından alıp, Ebû Ubeyde'yi tâyinini görüyoruz.

Kudüs'ün fethinde bulundu. Orada on gün kadar kaldı. Medine'ye dönerken Halid'i de yanında getirdi. Halid kendisine, uygulamasından ötürü sitem ettiğinde; «Halid, benim için sen değerlisin. Ve kesinlikle sevgim var sana» dedi. Bölgeye ve cephelere de yazı gönderdi. Durumu açıkladı: «Ben Halid'i, yanlışı veya bir suçundan ötürü vazifeden almadım. Çok şiddetli olması savaştaki çetinliği ve aceleciliği nedeniyle halka acıdığımdan aldım». Zaten Halid, Ömer (r. a)'in halasının (teyzesinin) oğlu idi. Onun hilâfeti döneminde Humus'ta vefat etti.

Şam, kılıçla sulh arası bir tarzda fethedildi. Ba'lbek ve Humus sulh ile, Basra ile Ebelle savaşla fethedildi. Bu olayların hepsi Hicrî 14. senedeydi. Yine aynı yıl Hz. Ömer, yirmi rekât teravihte ittifakı sağladı ve cemaatla kıldırdı.

Hicri 15. senede Ürdün baştan başa savaşla elde edilirken sadece Taberiye barışla teslim oldu. Kadisiye ve Yermuk savaşları da onun döneminde oldu. İbn-i Cerir, Tarihinde şöyle diyor:

Bu yıl, Sa'd Kûfe'yi kurdu. Ömer bu yıl birçok kurumlar ve ödevler ihdas etti. Divanlar topladı, (kararlar aldı).

İslam'a hizmeti geçenleri mükâfatlandırdı. On altıncı senede Ahvaz ve Medain fethedildi. Sa'd orada Kisrâ'nın eyvanında Cuma namazı kıldırdı. Irak'ta ilk kılınan cuma idi bu.

Hz. Ömer, aralarında Hz. Ali'nin de bulunduğu bir kurulda Rum ve Farslara karşı açılan savaşlara katılmak istediğini açtı. Hz. Ali'nin bu konudaki görüşü şöyleydi:

«Bu işte azlık veya çokluğun, zafer veya yenilgiye etkisi önemsizdir. Bu Allah'ın ortaya koyduğu din (dünya görüşü) dür. Ordularını hazırlamış, uzanabileceği noktaya ulaştırmış, istediği yerde boy göstermiştir. Emirlik makamı ise incilerin dizildiği ipliğe benzer ki, o koptu mu bütün inciler dağılıp gider, ikinci bir kişi de o asaletle toplayıp yerine dizemez. O halde sen, merkez ol, Arap senin çevrende halkalansın. Ama onları savaşın ateş hattına sürerken de ortalarında olman gerekmez. Çünkü sen bu topraklardan ayrıldığında, bütün bölgelerden sükûn eden Araplar çevrende toplanabilir ama arkada bırakacağın namus ve mukaddesat, varacağın yerde elde edeceğinden daha önemlidir.

Calûlâ olayı da bu sene oldu: Yezdicerd yenildi. Kisrâ Rey'e kaçtı. Tikrit de fethedildi. Ömer Kudüs'e kadar gitti ve fethetti. Meşhur Câbiye hutbesini de orada verdi. Yine aynı yılda: Kinnisrîn savaşla; Haleb, Antakya ve Menbec barış yoluyla fethedildi. Bu yılın Rebiül-evvelinde de Hz. Ali ile yapılan toplantıda Hicrî Tarih kuruldu.

On yedinci seneye girince, Mescid-i Nebevi genişletildi. (Bu Ri-mâde senesiydi). Ömer (r.a.) istiskaya çıktı. Abbas (r.a.)'ı vesile edindi. Aynı zamanda Resûlullah’ın hırkasını da giyinmişti. Bunu ve kıtlık olayını İbn Sa'd naklediyor. Aynı yıl Ahvaz da barışla fetholunmuştu.

Umvas Taun Olayı: On sekizinci senede Suriye'de Taun hastalığı baş gösterdi. Birçok Müslüman savaşçı buna tutuldu. Olay duyulduğu sırada Hz. Ömer ikinci kez Şam yolundaydı. Sahabeyle istişarede bulunduysa da karara varılamadı. Tam o sırada Abdurrahman bin Avf (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)'dan şu haberi nakletti: «Bir beldede veba salgını duyarsanız, bilerek oraya gitmeyin. Yine bulunduğunuz yerde çıkarsa, ondan kaçmak maksadıyla oradan çıkmayın.» Bunun üzerine Ömer yanındakilerle birlikte Medine'ye döndü.

On dokuzuncu senede -Kaysariye- kılıçla fethedildi. Yirminci senede ise Mısır aynı şekilde fethedilmiş oldu. İskenderiye hariç bütün Mısır'ın barışla ele geçtiği de nakledilir. Mağrib (Fas) de bu yılda savaşla alındı.

Aynı yıl Bizans imparatoru (Kayzer) öldü.

Yine bu yılda Ömer, Necran ve Hayber'den Yahudileri sürdü. Yirmi birinci sene Nihâvend ve İskenderiyye fethedildi. Bundan sonra da artık Farsların topluluğu kalmadı.

Azerbaycan yirmi ikinci senede fethedilirken, Hemedan ve Diynor da silâh zoruyla alındı. Trablusgarp ve Rey de bu yıl alındı. Fars âleminin kalanı ise yirmi üçüncü senede fethedildi. Yirmi üçüncü yılda: Kirman, İsfahan ve çevresiyle Fars ülkesinin kalan kısmı da fethedildi. Yıl sonu da Ömer (r.a.) Hacc yaptı. Said bin Müseyyeb diyor ki; Ömer, Mina'dan yürüyüp, Ebtahda devesini çökertti. Sırtüstü yatıp ellerini açtı: «Yâ Rabbi, yaşım ilerledi, gücüm azaldı, tebaam çok genişledi. Artık kayba uğramak veya aşırı gitmek olmaksızın, beni kendine al» diye dua etti. Nitekim Zilhicce çıkmadan da katledildi». Buhârî'de, Eslem'den Ömer (r.a.)'in şöyle duâ ettiğini tahrîc etmiştir: «Yâ Rabbi bana yakında şehadet nasip et. Ölümümü de Resulünün şehrinde kıl.»

Hz. Ömer'in Öldürülmesi

Gerçekten de Ömer Ebû Lü'lü' lakabıyla anılan Abdül-Muğire adlı Mecusi köle eliyle öldürüldü. Bu kişinin, halife'yi öldürmeye kalkması hakkında ise, onun gelip kendisinden alınan haracın ağırlığından şikâyeti ve Ömer (r.a,)'in de «Haracın ağır değil» demesi üzerine kinlenip dönmesi olduğu anlatılır.

Ebû Lü'lü' gönlüne, Halife'yi öldürme plânını yerleştirdi ve «herkese gösterdiği adaletini benden esirgiyor» diye mırıldandı. Bir hançer alıp biledi ve zehirledi. Bu herif gerçekten çok maharetli ve birçok san'atı beceren bir kişiydi. Mescidin bir köşesine saklandı. Halife, âdeti üzere sabah namazına çıkarken, ona saldırıp bıçakladı. Üç bıçak darbesi üstüne Ömer (r.a.) düştü. Adam yaklaşan herkesi bıçaklamaya kalktı. Biri onun başına bir aba atıp yakaladı. Yakalandığını anlayınca da bıçağını kendisine saplayarak intihar etti.

Emirül-Mü'minîn'in öldürülme olayına dair nakiller bu kadar. Ve tabii bunun arkasında geniş bir hıyanet plânı vardır. Allah bilir ya, bu bir kişinin kızgınlığıyla girişilecek işe benzemez. Böyle büyük bir suçun ardında, Yahudi, Mecusi ve zındık taifelerinin parmağının olduğu açıktır.

Ömer (r.a.)'e, katilin Ebû Lü'lü' olduğu haber verilince; Allah'a hamd olsun ki; benim ölümümü Müslüman sıfatlı biri eliyle dilemedi, dedi. Oğlu Abdullah'a emretti. O da bakıp borçlarını hesab etti: 86 bin dirhem çıktı. «Bunu Ömer ailesinin malından ödeyin. Yetmezse, Benî Adiy'den isteyin, o da yetmezse, Kureyş'ten yardım taleb edin» dedi. Sonra da Hz. Âişe'ye adam gönderip, kendisinin de iki dostun (Resûlullah ve Ebû Bekir) yanına gömülmesi için izin istedi. Hz. Âişe ise; «Ben de bunu düşünmüştüm. Bugünden itibaren de oradan sahipliğimi ona devrettim» dedi. Ömer bu habere de çok sevindi ve Allah (c.c.)'a hamdetti.

Ömer'in Şûrası Ve Birini Halife Seçtirmesi

Bazı sahabeler, kimi lâyık görüyorsan, yerine onu tâyin et, dedi. O da altı kişilik bir hey'et seçip, işi onlara havale etti: Osman bin Affân, Ali bin Ebî Tâlib, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Sa'd bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman İbni Avf (r.a.). Bunlardan birini tâyin etmeyi uygun görmedi: «Ölü iken de diri iken de onların sorumluluğunu yüklenemem» dedi. Allah size hayır dilerse, Nebiniz (s.a.v.)'den sonra aranızı bulup en hayırlınızda ittifak ettirdiği gibi, sizi biri etrafında toplar.

İşte böylece, sahabeden bir grup oluşturma işi, ilk kez Ömer (r. a.) tarafından yapıldı. Buna «Ehl-i Şûra» dendi. Hilâfet işi bunlara havale edildi. Bu hey'et yönetimin en üst düzey konseyi durumundaydı. Ayrıca Ömer bunlara oğlu Abdullah'ı danışman ve öğütçü olarak tâyin etti. Yâni seçme, seçilmeye katılmayacaktı. Yine Suheyb-i Rumi'yi de üç gün süreyle namaz kıldırmakla görevlendirmişti. Yâni, şûra problemi çözüp, Müslümanlar Halifelerini belirleyinceye kadar.

Osman (r.a.)'ın Seçilmesi Nasıl Gerçekleşti

Ömer'in seçtiği altı kişi, mes'eleyi tartışmak üzere bir evde top-landılar. Talha da kapıda muhafız olarak bekliyor ve kimsenin girme-mesini sağlıyordu. Sonunda üç üye yetkisini öbür üçüne devretti. Zübeyr Ali'ye, Sa'd Abdurrahman bin Avf a, Talha ise hakkını Osman'a emanet etti. Abdurrahman, Ali ve Osman'a; -Hanginiz aradan çıkmak ister ki, işi birinize bırakalım» diye danıştı. Ama iki büyükler cevab vermeyince Abdurrahman; «Ben hakkımdan vazgeçtim» dedi. «Allah ve İslâm adına söyleyin; birinizden birinize vazifeyi yüklersem hakkaniyetle davranır mıyım?» Evet, dediler. Sonra her ikisinin de faziletlerini saydıktan sonra onlardan şu ahd ve misakı aldi: «Kimi tâyin edersem adaletli davranacak. Kimi de tâyin etmezsem, o da itaat edip ötekinin emrine girecek.» ikisi de tamam dediler. Ve dağıldılar.

Bu sefer de Abdurrahman İbn-i Avf halk ile istişareye koyuldu. Çeşitli kabile ve grupların ileri gelenleriyle tek tek görüştü. Ferden veya ikili ya da toplu halde. Kimisiyle gizli, kimisiyle açıktan. Hatta kadınlara bile perde arkasından danışmayı ihmal etmedi. Mektep çocuklarına bile sordu. Medine'ye gelip giden yolculara da danıştı. Tam üç gün iki gece. Bu soruşturmada, iki kişinin olsun, Osman(r.a.)'ın tercihinde ihtilâf ettiğini görmedi. Sadece Ammar İbn Yâsir ve Mikdad, Hz. Ali'yi teklif etmiş, sonra ise topluluğa katılmışlardı.

Dördüncü gün ise Abdurrahman, Ali ve Osman'ı, bacısının oğlu Misver bin Mahreme'nin evinde bir araya getirdi. Ve dedi ki: «Sizin hakkınızda soruşturdum, bir tek kişinin hiçbiriniz hakkında olumsuz ifadesine rastlamadım. Sonra Mescide çıktılar. Ensâr ve Muhacirin hepsini çağırdı. Halk mescidi hınca hınç doldurmuştu. Onları halka arzetti. Minbere çıkıp uzun duâ etti. Sonra halka hitab etti:

«Ey nâs! Sizinle gizli - açık konuşup niyetlerinizi aradım. Ve hiç birinizin de bu iki zâttan hiçbirini ne Ali'yi ne Osman'ı reddetmediğinizi gördüm. Şimdi yâ Ali, gel, dedi. O da yanına gelince, Abdurrahman onun elini tutup: Sen, Allah'ın kitabı ve Resulünün sünneti ile Ebû Bekir ve Ömer'in uygulaması üzerine (öylece halife olmak üzere) bana bey'at eder misin?» diye sordu. Hazret-i Ali ise; «Belki kendi gücüm ve yeteneğim derecesinde yapabilirim» deyince, onu bıraktı. Bu sefer de Osman'ı çağırdı, onun elini tutarak, ona da: «Allah'ın kitabı ve Resulünün sünneti, Ebû Bekir ve Ömer'in uygulamasına göre halife olmak üzere bana söz verir misin?» deyince, Osman, «Evet» dedi. Bunun üzerine Abdurrahman başını tavana kaldırıp elini açtı, Osman'ın eli elinde olduğu halde: «Yâ Rab şâhid ol, yâ Rab şahid ol. Yâ Rabbi işte omuzumdaki yükü Osman'ın sırtına yükledim» dedi. Bunun üzerine halk bey'at için hücum etti. Hz. Ali de ilk - bir rivayete göre en son - bey'at eden kişi idi.

İbret Ve Dersler

Birinci olarak: Gördük ki, Hz. Ömer'in ilk icraatı Halid bin Velid'i (cebhe komutanlığından) almasıdır. Ve bu olayda da çağdaş birçok kitap yanlış yorum yapıyor. Hemen hepsi de azlin sebebi olarak Halid bin Velid'in makamında bir kusur ararlar. Halbuki bu olayın yorumu, bizzat Hz. Ömer'in kendi uygulamasında ve Halid hakkındaki ifadesindeki övgülerde besbellidir: Yukarıda kaydettiğimiz gibi, o diyor ki: «Halid, sen benim için çok değerlisin ve çok severim.» Ayrıca Mısırlılara, mes'eleyi açıklama sadedinde yazdığı mektupta da böyle söylüyor: «Ben Halid'i bir hatâ ya da kusuru dolayısıyla azletmedim. Onun savaştaki baskınları ve şiddeti dolayısıyla insanlara şefkat ifadesi olsun diye vazifeden aldım.

Yine, Halid'in vefatı kendisine haber verilince, Halid'in bulunduğu üç günlük mesafeye Medine'den yürüdü. Hatta bu mesafeyi bir gecede kat'ettiği rivayet edilir. Ona ulaştığında yıkanmıştı. Duâ edip kapısında teçhiz ve tekfini bitinceye dek üzüntü içinde bekledi. Ağlama sesleri yükselince de işitmiyor musun? Bu kadınları men'etsene! denince; «Kureyş kadınları laklaka edeceğine varsın Ebû Süleyman'a ağlasınlar» dedi.

Cenaze peşine çıkınca da Ömer haremden bir kadının ağladığını görüp, «kim bu?» diye sordu. Anası dediler. «Anası mı?» dedi ve üç kere «ona yazık!» dedi ve ekledi:

Kadınlar, Halid gibi bir yiğide ağlamış mıdır? » dedi.

İkinci olarak: Şu yukardaki bahisten, Halid bin Velid'in Medine'de vefat edip orada gömüldüğü anlaşılıyor. Bazı tarihçiler bu kanaate varmışsa da cumhurun görüşü, Humus'ta ölüp, orada gömüldüğü yolundadır. İbn-i Kesîr'in Bidâye ve Nihâye'sindeki tercihi de budur. Çünkü Halid'in, azlini müteakip umre yapıp Suriye'ye döndüğü ve vefat tarihi olan yirmi bir hicri yılına kadar da oradan ayrılmadığı sabittir.

Her hâlükârda Ömer'in onu, sağ iken veya ölümünden sonra, hep övmekte olduğu kesin; Hatta İbn-i Kesîr'in Vâkıdi'den nakline göre, Hz. Ömer Humus'tan hacca gelenlere; Bize bir haberiniz var mı?» deyince, Halid vefat etti, diyorlar. Ömer istirca'da bulunuyor ve: Allah bilir ya, o cephenin en güvenilir bekçisi ve düşmanının önünde engeldi» buyurmuştur.

Ama şunu da kaydedelim ki, bu övgüler, aralarında görüş ayrılığına engel değildir. Çünkü ikisi de rey ehli ve içtihada yetkilidir. Görüşler, değişik olabilir.

Keşke şu, Halid'in kimliği ile Ömer'in mevkiine, ya da Ömer'in kimliği ile kendi mevkii arasında eksiklik arayanlar, mes'eleyi bu derece etraflıca incelerken, her halükârda mükâfatlandırılan içtihat mertebesini de unutmasalar. Fikrî sapma ya da yanlış iş yapma gibi şeyler peygamber arkadaşlarını tenzih etmiş olsalardı ne güzel olur idi.

Üçüncü olarak: Ömer'in hilâfeti üstüne akıl yürütenlerin göreceği en açık şeyin; Hz. Ömer ile Hz. Ali arasındaki sıkı işbirliği ve yardımlaşma olduğudur. Yâni Ali, Ömer için baş danışmandı. Her mes'ele ve her problemde. Öyle ki, bir konuda Ali bir fikir belirtti mi Ömer onu mutlaka uygulardı. Ömer'in, «Ali olmasa Ömer helak olurdu sözü bu babda kâfidir. Zaten Hz. Ali de her konuda ona yol göstermekten geri durmaz, onu sürekli uyarırdı. Nitekim Farslar üzerine yürürken savaşa katılıp, katılmama konusunu kendisine sorunca; onu seven, ona önem veren ve onu sıyânet eden bir üslûpla, savaşa katılmamasını söylemişti. Savaşı kendisi dışında biriyle yö-netmesini tavsiye etmişti. Ve onun savaşa çıkması halinde de arkasında bazı düzenlerin başlayabileceğini, bunun ise karşılayacağı düşmandan daha tehlikeli olacağını ihtar ederek, sakındırmıştı.

Şimdi bakalım; Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.)ye hilâfet vasiyyet etse; bizzat Hz. Ali'nin buna karşı gelmesi mümkün müydü? Ve hele kendisine yüklenmiş halifelik ödevini kaptırır da kapana bu derece samimiyetle hizmet ve yardımda, bulunabilir miydi? Hele hele sahabenin, Resûlullah'ın emrine aykırı bir işleme razı olması ve başta Hz. Ali olmak üzere ittifak ve icma'da bulunmaları nasıl düşü-nülebilirdi?

Dördüncü olarak: Hz. Ebû Bekir, tam zamanında ve kendisinden daha uygun kimsenin bulunamadığı bir anda halife seçildiği gibi; Hz. Ömer de yine tam ânında ve kendisinin yegâne namzet ve en uygun hüviyyet olarak seçilmiştir.

Nitekim Hz. Ebu Bekir'in döneminde başarılan en mühim şey; Resûlullah (s.a.v.)'in vefatıyla ortaya çıkan sıkıntıların bastırılıp, İslâm devletinin yeniden yerine oturtulup, gönüllere yerleştirilmesine denk; Ömer döneminde de, Mağrip'ten Fars sınırları sonuna ve Suriye'den Yemen'e kadar büyük fetihlerin gerçekleştirilmesi, birçok şehrin kurulması; icra edilen divan ve hey'etlerle devletin çağdaş ve medenî bir yapı içinde müesseseleştirilmesi, yıkılmaz esaslar üstüne oturtulması var.

Burada tabiî; Cenâb-ı Hakk'ın, kullarını kollaması, onları ferdî ve toplumsal hayatında, saadet ve hayır sebepleri halkederek koruma hikmetini de asla unutmamalıyız.

Beşinci olarak: Hz. Osman'ın halifeliğe seçilişi ile Hz. Ömer'in seçilişi arasında son derece benzerlik vardır deriz. Tabiî sadece şu fark var: Ebû Bekir, Ömer'i bizzat tensib ederken, Ömer Osman'ın şahsını tâyin etmedi. Ama altı kişi içindeki her ferdi namzet göstermiş oldu. Ve bu hey'et şûra olarak tek kişiyi aday seçmekle halkın da tasvibi sonucu, aynı hedefe varıldı.

Yine görüyoruz ki; Osman'ın, bu altı kişi arasından seçilip tâyin edilmesi tamamen meşveret yoluyla olmuştur. Altının meşveretiyle birlik halkın (veya ehl-i hal ve akt'in) meşvereti, sonra da bey'ata davetiyle tamamlanmış ve Hz. Ali de bey'atın başım çekmiştir.

Öyleyse şunu rahatlıkla iddia edebiliriz: Bu anlaşmaya hatta Hz. Ali dönemine kadar Müslümanlar tek cemaat halindeydi, ayrılık gayrılık yoktu.

Kimsenin aklında Hilâfet konusunda bir tereddüt olmadığı gibi bu işe kim lâyık? gibi bir soruya bile yer yoktu. Durum ne gerektiriyor ne oluyorsa herkes kabulleniyor; çünkü hep meşveretle, kitlenin rızasıyla ve şeriatın ölçüsüne göre oluyordu.

Esasen azıcık kafası çalışan anlar ki; bu tâyinler üzerinde hiç tartışmadan ve uğraşmadan, kişi Kur'an ve Sünnet'e bakmakla mes'eleyi kavrar: Kur'an'da veya sünnet'te, Resûlullah'tan sonra hilâfetle ilgili nass var mı yok mu? Yine ilk üç halifenin tespitinde bir hatâ veya eleştirilecek nokta var mı? Bunlar olmadığına göre, Müslümanlar ne zaman ve hangi sebeplerle bölünmüştür. Üç halifede topluca hareket eden ve onlara destek olan bu ümmet neden ve nasıl ikiye ayrılmıştır?

İşte bu son sorunun cevabını inşâallah; Hz. Ali (r.a.) efendimizin hilâfet dönemiyle ve o günkü olaylarla ilgili bahiste açalım.