İbretler Ve Öğütler
Birinci olarak: Hz. Osman döneminin fazilet ve meziyetleri. Öyle ki, Osman döneminin simgesi olmuştur bunlar. Meselâ Fetihlerin geniş alanlara yayılması; Horasan ve Kuzey Afrika'nın tamamen ele geçirilip Endülüs'e ulaşılması bunlardandır. Yine o devrin en belirgin ve onurlu başarıları arasında, yabancı kelimelerin dili istilâsı ve bunların Kur'an'a da karışması korkusu başladığı an; onu aslı ve hakikî hattıyla cem edip, içine yabancı bir kelimenin sızamayacağı şekilde tespit etmesi. Medine mescidini en geniş sınırlara kadar yeniden inşa etmesi gibi başarıları sayabiliriz.
Bu fetihlerde Hz. Osman'ın çoğunlukla, Abdullah İbn-i Sa'd bin Ebi Şerh'e güvenmiş olması da zanlı bir tutumu sayılmaz. Evet İslâm kendinden önceki sistemleri yere gömmüştür. İbn-i Şerh ise belki başlangıçta bunu görmemezlikten gelip, başarısıyla gururlanmış olabilir. Ama onun bundan sonra düzeldiği ve doğru yolda dini bütün insan olduğu da iyi biliniyor.
İkinci olarak: Biz, bilmeliyiz ki; Hz. Osman'ın (r.a.) vali ve yardımcılarını akrabalarından (Emevîlerden) seçmesi nedeniyle eleştirilere hedef olmuşsa da, bu tutum onun içtihadıdır. Ve seçkin sahabe önünde de kendisini böylece savunmuştur. Yine biz onun içtihadını ve savunmasını kabul etmesek bile, tenkit ve yorumlarımızı edepsizlik noktasına vardırmamak zorundayız. Biz esasen, onun yaptıklarını hatâ bile saysak, bu hatâların sahibinin, Resûlullah (s.a.v.) nezdindeki yerini ve İslâm'ın ilklerinden oluşuyla geçmiş iyiliklerini ve hele Resûlullah'ın Tebük seferi sırasında, «Artık Osman'ın bugünden sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez» buyurmuş olduğunu unutmamak durumundayız.
Bize yakışan; sahabenin onunla tartışması ve ona itirazlarıyla, bizim bu noktadan uzanarak, onun işlerinde kusur aramamız ve tenkidimizin çok farklı şeyler olacağını kavramamızdır.
Çünkü, sahabenin ona itirazı, yürümekte olan işi düzeltici olabilir, iyiye çevirebilir. Suçlama ve eleştirme bile olsa, iyi inceleyince görülür ki onlardan (çağdaşlarından) gelince müsbet ve faydalıdır. Ama bizim (bunca asır sonra) bugün lâf etmemiz, hele yüzlerce tarihî olayın üst üste yığılıp birbirini gölgelemesinden sonra; artık Resûlullah'ın dil uzatılmasını yasakladığı genel anlamda sahabesinin de ötesinde, Râşid Halifeleri eleştirmemiz çok ucuz bir saldırı olur.
Halbuki, ilmî esaslara dayanarak, olayların niceliğini kavramak isteyen gerçekçi kişiye de; İbn-i Kesir, İbn-i Esir ve Taberî gibi güvenilir tarihçilerin araştırmalarının hududunda olsun, durmak yaraşır.
Üçüncü olarak: Fitnenin başlayışının, Hz. Osman döneminin bitimine rastgeldiği bir vakıa. Ama senaryonun arka plânında bulunan ve fitneyi sürekli körükleyen Abdullah İbni Sebe ismi de unutulmamalıdır.
Bu İbni Sebe aslen Yemenli bir Yahudi’dir. Hz. Osman zamanında Mısır'a gelmiştir. Orada Hz. Osman aleyhinde ve (sözüm ona) Hz. Ali ile Ehl-i Beyt lehinde propaganda başlatmıştır.
Halka sirayet edebilmek için şu üslûp ve taktikle konuştuğu meş-hurdur:
Muhammed (s.a.v.), İsa (â.s.)'dan efdal değil midir? Peki Mu-hammed (s.a.v.), İsa'dan daha layık değil midir, dünyaya tekrar gelmeye? O halde Hz. Muhammed, kendisine en yakın olan amca oğlu Ali'nin kişiliğinde gelecektir.
İşte bu tarzda Mısır halkını oyuna getirmeyi becerdi. Halbuki aynı taktiği Yemen'de yapmış, tek ferdi inandıramamıştı. Bu oyuna gelen çevreler ise, hemen toplanıp Medine'ye yürüdüler. Niyetleri Hz. Osman'ı devirmekti. Ama yukarıda verdiğimiz tarihî bilgiden görüldüğü üzere, Hz. Ali'nin tavrı onları bu eylemden vazgeçirmişti.
Şimdi bu noktadan hatırlayalım, İslâm ümmetinin Sünnî - Şiî diye iki parçaya ayrılışını:
Bu olay o zaman başladı ve İbni Sebe elinde son şekline ulaştı. Yoksa, Emevîlerin, Ehl-i Beyt ve onların taraftarlarına eza ve cefalarıyla başlamış falan değil. Önemli olan, tarihi gerçeklerin «Elif bâ»sı olan bu iki vakıadan herhangi birini alıp, öbürünü unutmamaktır.
Dördüncü olarak: Tekrar olsa da, bu üçüncü hilâfet döneminde Hz. Osman ile, Hz. Ali arasındaki bağlılığı ve Ali (r.a.), Osman (r.a.) 'a karşı gerçek tutumunu aklımızda tutmalıyız:
Görüyoruz ki; Hz. Ali, Hz. Osman'a ilk bey'at eden şahıstır. Bunu çoğu tarihçilerimiz ifade ediyor. Meselâ İbn-i Kesir bu önceliği apaçık yazar. Sonra, Mısır'dan gelen ve Hz. Osman'a isyan edenlere karşı, yani İbni Sebe ekibine gösterdiği tutum ortada: Ben onları def ederim diyor ve Cuhfe bölgesinde karşılayıp, hakaretle, tehditle, onların kendisine iltifatlarını bile yüzlerine çarpıyor. Öyle ki, bu âsiler (ya da aklanmışlar) bin pişman yüz geri olup yerlerine dönüyorlar. Hatta bazıları, işte kendi uğruna savaştığımız adam, Halifeye, kendi adına isyan ettiğimiz zâtın tavrı bu mu olmalıydı? diye yakındılar.
Ve onun, Halife'ye nasihatındaki içtenliği şefkat ve sevgiyi görüyoruz: Onu en kritik anlarda onun yanıbaşında buluyoruz. En sonunda ise, iki oğlunu tehlikenin ortasına atıp, Halifenin kapısında muhafız yaptığını biliyoruz.
Öyle ise, hilâfeti boyunca, Hz. Osman'ın en faydalı dostu ve yardımcısı Hz. Ali'dir. En dar anlarda yardımcısı; son anda ise ona en güzel ve faydalı tedbiri öğreten öğütçü yine Hz. Ali'dir.
Şunu çok iyi bilmeliyiz ki; Hz. Ali gibi büyükleri, Allah ve Resulüne inanan herkese, gözünün bebeği gibi bilip sevmesi yaraşır. Ve insanlığını yitirmemiş her şahıs da kalbinde ona sevgi taşır. Sevginin ispatı ise, ona uyma, itaat etme ve bundaki samimiyetiyle ortaya vurur. Bu özellik başta Hz. Ali'de var ve kendinden önceki halifelere karşı ispat etmiştir. O halde onun hayatı bize örnek olsun, ta bizim sevgimiz de ona ve onun sevdiklerine yönelsin!