Hak aramak gayesiyle mahkemeye yapılan başvuru.

Lügatta duâ, niyâz, istek, temennî, nidâ, rağbet, mesele, savunulan görüş düşünce, anlamlarını kapsar. İslâmî hukûkî ıstılahta "bir kimsenin, kadı'*nın (hâkim) huzurunda bir hakkı başkasından talep etmesine" denir (Şeyh Nizâmüddin ve Heyet, el-Fetevâyi Hindiyye, Beyrut 1400, IV, 2; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1316, VI,137; Mecelle, 1613). Başka bir tarifi de şöyledir: "Başkasının elinde veya zimmetinde olan bir şeyi istihkakı bir kimsenin kendi nefsine izâfe etmesi, meselâ şunun elindeki şu mal benimdir" demesidir.

İslâm hukûkunda davalar, ceza ve hukûk (medenî) davaları olarak iki kısma ayrılır. Bu da hakların İslâm'da insan hakları' (hakku'n-nâs) ve Allah hakkı' (hakkullâh) şeklindeki ayrımına dayanır. Dâvâ, mevcut bir hakkı istemek veya hakka tecâvüzün def'i ve men'ini taleb şeklinde olabilir. Ayrıca hem kul hakkına hem de Allah hakkına tekâbül eden "muhtelit haklar" ayrımı da söz konusudur. (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I,121; Anahatlarıyla İslâm Hukûku, I, 326 vd.)

Bir davada hakkını isteyene "müdde'î", kendisinden hak taleb edilene "müdde'a aleyh", dava konusuna "müddea" denir. Dava açılması yazılı dilekçeyle olur, ancak şifâhen de müracaat edilebilir. Hakkı ihlâl edilen kişi, bir dava dilekçesiyle kadıya müracaat ederek hakkının tespit edilmesini ve geri verilmesini talep edebilir. Burada "taleb edebilir" derken hukûk davalarında hakkı ihlâl edilen ferdin, dava açmaya zorlanamayacağı kastedilmektedir. (İmam Kâsânî, el-Bedâiu's-Senâi fî Tertîbi'ş-Şerâi, VII, 8) Mamafih, Allah Teâlâ (c.c.)'nın hakkının ihlâli (hadd cezaları) durumunda, dava, zarûrî olarak gündeme girer.

Dava Açılması, Davanın Şartları Davanın sahîh olabilmesi için bazı şartların bulunması gerekir. Bir davanın başlayıp sürdürülmesi için usûlüne uygun olarak açılması lâzımdır:

1- Davacının ve davalının akıllı olması. Delinin, mecnunun ve sabînin (çocuğun) davası sahîh olmaz.

2- Davalının, kadı huzûrunda bulunması gerekir. Kendisinden hak talebinde bulunulan kimse duruşmada hazır olmadığı müddetçe, davacının iddiası ve beyyinesi dinlenilmez. Zîra Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Ali'yi Yemen'e kadı olarak gönderirken: "İki taraf senin karşında yerini alınca, her iki tarafı da iyice dinlemedikçe aralarında hüküm yerine" tavsiyesinde bulunmuştur. (Sünen-i Tirmizî, Ahkâm, 5; İmâm Serahsî, el-Mebsût, XVII, 39). Hz. Ömer b. Abdülaziz bir kadıya davacının mücerred iddiasına dayanarak hüküm vermemesini tavsiye ederken:

"Sana gözünün çıkarıldığı iddiasıyla gelen davacı hakkında, Ona işkence edilerek gözü çıkarılmıştır diye hüküm verme. Belki diğer şahsın iki gözü birden çıkarılmıştır" diyerek, "gâib" hakkında hüküm verilmemesini belirtmiştir. Hanefi fukahâsı gaib hakkında hüküm verilemeyeceğini esas almışlardır. (İmâm Kâsânî, a.g.e., VII, 8). İmâm Şâfiî ise bazı hallerde gaib hakkında hüküm verilebileceğini esas almıştır.

3- İddia edilen husûsun müşahhas ve belirli olması.

4- Davanın kadı tarafından, duruşma meclisinde (murafaa) hükme bağlanması gerekir. Mahkeme haricinde verilen hüküm geçersizdir. Zîra bu fiilde davalıya karşı (veya dâvâcıya) haksızlık sözkonusu olabilir.

5- Davacının (herhangi bir mazereti yoksa) davasını bizzat anlatması gerekir. Ancak davalı razı olursa davacının adına bir başkası vekâleten konuşabilir. İmâmeyn'e göre, davalı razı olmasa da davacı vekîl* tayin edebilir.

6- Dâvâcının iddialarında çelişki bulunmamalıdır. Ancak nesebin ve hürriyetin tesbiti konusundaki dâvâlar müstesnadır. Çünkü bu dâvâların özünde çelişki vardır. Meselâ, bir kimse önce kendi mülkü olduğunu iddia eder ve konuşmasının devamında sattığını beyan eder ve satma işleminin sonradan değil, önceden olduğunu söylerse bu bir çelişkidir.

7- Dâvâcının, dâvâ ettiği konunun sabit olması ihtimali bulunmalıdır. Bir kimse hakkında dâvâcı: "Bu benim oğlumdur. Bunun bir benzeri daha doğurulmadı. Bunun mahkemenizde tesbitini istiyorum." derse, dâvâsı dinlenilmez. Çünkü sübût bulma ihtimali sözkonusu değildir. (Şeyh Nizamüddin ve Heyet, Fetevây-ı Hindiyye, IV 2-3; Mecelle, 1616-1630).

Dâvânın gerekliliği: Dâvânın amacı, bir hakkın sahibine verilmesi, anlaşmazlıkların giderilmesi, şer'î düzenin korunmasıdır. İslâm dininin temel hedefi insanların can, mal, akıl, nesil, din emniyetlerini muhafaza etmek, hürriyetlerini sağlamak ve zulmü ortadan kaldırmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi için kazâ* faaliyetlerinin sıhhatli olması şarttır. İslâm uleması: "Kazâ (mahkeme, yargı işleri) muhkem bir farzdır." hükmünde ittifak etmiştir. (İmâm Kâsânî, a.g.e., VII, 2; Fetevây-ı Hindiyye, III, 306). Hak ve hürriyetler ihtilâf konusu haline gelince, İslâm dininin o meselelerdeki hükmünün açıklanması zarûri olur. İslâmî ıstılahta "Belli bir metodla husûmetlerin (düşmanlıkların, ihtilâfların) ortadan kaldırılması ve anlaşamayan kimselerin aralarının bulunmasına kazâ denilir." tarifi yapılmıştır. (İbn Hümam, a.g.e. V, 452; İmâm Kâsânî, VII, 2; Fetevây-ı Hindiyye, III, 306)

Rasûlullah, "Bir günlük adalet*, altmış yıllık (nâfile) ibadetten hayırlıdır" (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 58, 1721) buyurmuştur.

İslâm devleti, adaletin uygulanması ve davaların çözümünde Allah'ın hükümlerinin uygulanması hususunda hassastır. Buna karşılık tâğutî* iktidarların her türlü kararı zulme dayanır. Zira onlar, Allah'u Teâlâ'nın mülkünde kendi hevâ ve heveslerine dayanarak uydurdukları kanunlarla hükmetmeyi esas almışlardır. Usûl hukuku konusunda ilk kanunlaştırma çabası olan Mecelle'den sonra, yine millî ve İslâmî kökenden gerekli usûl kanunları yapmak ve yeni ictihadî çalışmalara gidilmeksizin Batı kökenli usûl kanunları aynen iktibas edildi. Bir müslümanın kesin olarak tâğûtî hükümlerin verildiğini bildiği bir usûl ve hukûka riâyet edip etmeme meselesinde, tâğûtî karar mercilerine çok zorda kalmadıkça başvurmaması daha uygundur. Düzen, vatandaş ihtilâfına dair hükümler verir, müslüman-müslüman çelişkisinde icrâ* ve kaza organı bulunmadığından ve İslâmî hükümler yürürlükten kaldırıldığından, müslümanlar da ihtilâflarında mahkemelerde birbiri aleyhine dâvâ açmakta, lâik hukûkun himâyesini istemektedirler. Bir hakkın ihlâli sözkonusu olduğunda, kendi eliyle hakkını alamayan veya almaya kalktığında kendisiyle ve toplumla çelişmek ve mağdur olmak istemeyen her fert, devletin aracılığı ile hakkını elde eder.

İslâm hukûkunda Allah hakkı sahasına giren haklar ile ta'zir türünden cezaların dışında, dâvâ ve hüküm bulunmadan da bazı haklar alınabilir. Meselâ, kısas* hakkının uygulanmasında, sövme ve hakarete karşılık vermede olduğu gibi.

Beyyine, Müdâfaa ve Def-i Dâvâ Dâvâlının "def-i dâvâ" dâvâsını kaldıracak bir karşı dava açması halinde dâvâlı, dâvâcının haksızlığını isbat edemezse, talebi üzerine davacıya yemin teklif edilir. Davacı yemin etmek istemezse, davası düşer.

Bir hak, isbatı ile geri alınabilir. Rasûlullah; "Beyyine dâvâcıya, yemin ise davayı inkâr ve reddeden davalıya düşer" (Buhârî, Rahn, 6; Tirmizi, Ahkâm, 12) buyurmuştur. Beyyine, sağlam delil ve şahit demektir. Deliller, hâkimin hükmünün dayanağıdır. Ayrıca ceza dâvâlarında isbatlama hâkime de düşebilir. Deliller hakkı ortaya çıkaracak her şeydir.

Bir kimse mücerred dava açmakla iddiası hemen kabul edilmez. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "İnsanlara mücerred dâvâları ile iddia ettikleri şey verilse, birtakım insanlar bazı adamların kanlarını ve mallarını iddia ederlerdi. Fakat dâvâlıya yemin vardır. " (Buhârî, Şehadât, 20). Davalı da yeminden kaçınsa veya zorunlu olarak yemin etmese; hâkim, davalının bir defa yeminden kaçınmasıyla dava edilen şeyi (dâvâ konusunu) onun aleyhine hükmeder. Hâkim, bir şâhit ve bir yemin ile dâvâlı aleyhine hüküm veremez. İmâm Şâfiî aksi görüştedir. Yalnız nikâhda, ric'î boşamadan dönme halinde, ilâda dönüşü inkâr edene, ümmü'l-veledde inkâr edene, nesebte hadlerde yemin teklif edilmez. Yemin vermek için hakkını delil ile isbat edemeyen iki taraf kur'a çeker. Bir kimsenin hakkını yemek için yalan yere yemin etmenin dünyevî ve uhrevî ağır cezası vardır. Hadîslerde yalan yere yemin edenin yerinin Cehennem olduğu, onlar için çok elîm bir azabın bulunduğu bildirilmiştir. Rasûlullah, "Ben de sizin gibi insanım, siz muhakeme için bana başvurursunuz. Bazınız dâvâsını isbat hususunda bazınızdan daha akıllı ve daha becerikli olabilir. Ben de onun lehine işittiğime göre hükmederim. Şimdi, bilmiş olunuz ki, ben bir kimseye kardeşinin hakkından bir şey ile hükmedersem, şüphesiz onun için ateşten bir parça kesip ayırmış olurum" (İbn Mâce, Ahkâm, 5; Ayrıca bk. Ö. N. Bilmen Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu, VIII, 89, 90),

Dava ve mahkemeleşmelerde şahidler, müslim, âkîl, bâlîğ, hür, sağlıklı, adil olma şartları taşırlar. Yalancı ve vakarsızların şahitliği ile sadece kadınların şahitliği geçersizdir. Tek şahit, Hanefilere göre geçerli, Hanbeli ve Şâfiîlere göre geçersizdir. Kul haklarında şahitlik "nisab"ı, iki erkek veya bir erkekle iki kadındır.(Buhârî, Şehadât, 20). Ceza dâvâlarında nisab, iki erkek, veya zina ile ilgili şahadette dört erkek olarak değişir. Usûl ve fürûun karı ve kocanın birbiri aleyhine, şahit ile davalı arasında düşmanlık olduğunda şâhidlikler kabul edilmez. Amme dâvâlarında ise, bütün müslümanlar teklifsiz şâhit sayılır.

Teklif edilmesine rağmen yemin etmemeye "nükûl" denir. Yemin, vallâhi, billâhi şeklinde, Allah adına yapılır. Yemin, hâkim huzurunda edilir. Vekiller yemin edemez. Yemin ancak hukûk davalarında geçerli bir delildir.

Diğer beyyinelerden "ikrar", bir kimsenin diğer bir kimsenin kendisinde olan hakkını haber vermesidir. İlmu'l-kâdî, hâkimin şahsen bilmesi ve kanaati demektir. Maliki ve Hanbelîlere göre İlmu'l-kâdî delil olamaz. Hucec-i hattıyye denilen bir diğer delil de, şüphe ihtimali olmayan yazılı vesikalar demektir. Ayrıca, hâkime kesine yakın bilgi veren karîne ve emâreler de birer delildir.

Muhakeme: Yargılama alenî yapılır; bazı hallerde gizli de olabilir. Önce dâvâcı söz alır, sonra davalı konuşur, taraflar konuşurlarken birbirlerine müdâhale edemezler, dilsiz olanlara tercüman sağlanır. Bazı dâvâlarda hâkim sulh teklif eder. Muhâkeme tamamlanınca hâkim hükmünü taraflara açıklar, sonra onlara hükmün yazılı olduğu "ilâmı" verir, hüküm tehir edilmez.

Muhâkemede hüküm verilirken, taraflar mahkemede bulunmak zorundadır. Dâvâlının gıyabına hüküm verilebilir diyen Hanefilere karşı diğer üç mezhep gâib hakkında hüküm verilemeyeceğini söyler. Eğer taraflar çağırılıp da mazeretsiz olarak gelmemişlerse, kolluk güçleri onları bulur ve zorla mahkemeye getirir.

Temyiz, Hükmün Kesinleşmesi, İstinâf: İlk derece mahkemesinde hâkimin verdiği hüküm kesindir; ancak dâvâlı hükmün usûle ve kanunlara aykırılığını iddia edip bir üst mahkemeye gidebilir. Burada hüküm usûle uygun bulunmazsa iptal edilir ve yeniden görüşülmek üzere iade edilir. Ancak, ictihad ile ictihad iptal edilemez (bk. Mecelle, 16). Dâvâlı, hükümde noksanlık, yargılama hatası, hâkim kusuru gibi sebeplerle temyize gidebilir. Meselâ Osmanlı devletinde temyiz mahkemesi olarak çalışan Fetvahâne ile Meclis-i Tetkikât-ı Şer'iyye Dairesi gibi makamlar hükümleri bozabilirler veya yeniden görüşülmek üzere ilk mahkemeye iade edebilirlerdi.

Feragat ve Af: Hukûk dâvâlarında bir dâvâcı dâvâsından feragat edebilir (Beyhâkî, Sulh, 1). Kısas ve diyet dâvâlarının dışındaki ceza dâvâlarında af söz konusu olmaz. (Buhârî, Sulh 7, Nesâî, Kasâme, 15-16; İbn Mâce, Diyât, 16) Ceza dâvâları açıldıktan sonra af olmaz, ceza verilir ve yerine getirilir. (Ebû Dâvûd Hudûd, 6; Dârakutnî, Hudud ve Diyet, 336) Genel af konusu üzerinde müctehidlerin bir fikri yoktur. (Ayrıca bk. Adalet, Beyyine, Ceza, Hakem, Hakim, Hukuk, Kadı, Kaza, Keşif, Mahkeme, Sulh, Şehadet; Yemin).

Şamil İA