Manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye
sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilâtlı millet veya milletler topluluğunu
meydana getiren siyâsi teşekkül.
İslâmî devlet, müminlerin İslâm'a göre teşkilâtlandıkları ve güçlerini İslâm'dan aldıkları,
yeryüzünde (her yerinde veya herhangi bir bölgede) İslâm'ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları
şer'î kişiliğin adıdır. Şunu da belirtelim ki; "devlet" kavramı, çok çeşitli şekillerde tarif
edilmektedir. Bu eğilim, devlet kavramının ideolojik ve politik bakış açılarının veya çeşitli
disiplinlerin kendilerine has tarif yapmaları sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Genellikle yönetim
şekline dayalı tarifler liberal, sosyalist, anarşist, gayr-i İslâmî dünya görüşlerine göre
biçimlenmektedir.
Kur'an ve Sünnet'te "devlet" kelimesine ilişkin şu nasslara rastlıyoruz:
"İşte o günleri biz, insanlar arasında döndürür dururuz." (Âli İmrân, 3/140).
"Tâ ki o, (fey ve ganimet malları, hatta genel olarak servet) sizden zengin olanlar arasında
dolaşıp durmasın... " (el-Haşr, 59/7).
Ayetlerde "devlet" ve "dûlet" şekillerinde kullanılan bu kelimeye, elden ele münavebeli bir
şekilde dönüp dolaşmak gibi anlamlar verilmektedir. Zaten yukarıda işaret edilen ayetlerde bu ve
buna yakın anlamlarıyla kullanılmıştır. Umumi olarak, kişi ve toplumlar hakkında işlerin düzgün
iken ters dönmesi, yahut bunun aksinin olması hallerinde bu kelime ve bunun çeşitli türevleri
kullanılır. (Râğıp el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, Kahire 1381/1961, 174 vd.)
Sünnet'te ise, şu anlamlarda geçmektedir:
1- Kimi zaman bir kesimin kimi zaman bir başka kesimin olan ve böylece el değiştirip duran mal;
2- İnsanların birbirlerinden rivâyet ettikleri söz;
3- Sıkıntıdan kurtulup bolluk ve rahata kavuşmak;
4- Zafer kazanmakla yenilmenin zaman zaman yer değiştirmesi;
5- Karşılıklı olarak söz atışmak... (Mecduddîn İbnu'l-Esir, en-Nihâye fi Garibi'l-Hadis Beyrut
1399/1979, II, 140 vd. Ayr. bk. Concordance, II, 160).
Ancak bugünkü devlet terimi bu kullanışlarla ilgili değildir. Hatta müslümanların usul
kitaplarında ve lugatlarında dahi kelime artık çağdaş tariflere kaymıştır.
"Onlar o müminlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevki verirsek namazı dosdoğru
kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. " (el-Hacc,
22/41) âyetinde İslâm devletinin tanıtıcı bütün özelliklerini bulmak imkânımız vardır. Başka
âyetler devletin özelliklerini açıkça ortaya koyar: Devlet, müslüman tebasıyla birlikte Allah'ın
yeryüzündeki halifesidir. Yani Allah'ın hükümlerinin uygulayıcısıdır. Bu güç, Allah'a mutlak
anlamıyla kulluğu gerçekleştirmek ve İslâm hükümlerinin uygulanışını sağlamak için
kullanılacaktır. Ma'rufu emredecek. münkerden sakındıracaktır (el-Bakara, 2/30; en-Nûr, 24/55).
Doğal olarak buna dâru'l-İslâm* denilmiştir. Yani müslümanların eli altında bulunan yere verilen
isim veya Şerîatın müslümanların hüküm ve iktidarıyla korunduğu müessesedir. İmam Şâfiî'ye göre
bir yerde sadece yöneticiler müslüman olsalar orası dâru'l-İslâm sayılır.
Ancak vahiyden uzak beşer düşüncesi bu konuda da kendince açıklamalar getirmeye çalışmıştır. Bu
açıklamalara kısaca değinelim:
İlk çağ Yunan filozoflarından Eflatun, devletin, insanın tek başına kendi kendisine yetmemesi
sebebiyle, ihtiyaçlarını karşılamak üzere meydana getirdiği bir topluluk olduğu görüşündedir
(Eflatun, Devlet, Çev. M. Ali Cimcoz, S. Eyüboğlu, İstanbul 1958). Aristo'ya göre ise devlet,
"Kendi kendisine yetmek iddiasında olan ve yaşayabilmek için ihtiyacı bulunan herşeyi genellikle
kendisi sağlayabilen bir vatandaşlar topluluğudur." (Prof. Dr. İlhan Akın, Kamu Hukuku, İstanbul
1974, 12-13).
Hristiyan filozof St. Augustin, devletin, ilk günah neticesinde Cennet'ten kovulan insanların
yeryüzünde teşkilatlanmak zorunluluğunu duymaları üzerine ortaya çıktığı görüşünü ortaya
atmıştır. Machiavelli de, devleti, örgütlenmiş bir kuvvet olarak kendi bölgesinde üstün ve diğer
devletlerle bağlantısında bilinçli bir büyüme siyaseti izleyen bir kurum olarak tarif eder
(George Samine, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev. Alp Öktem Ankara 1969, II, 22).). J. Bodin,
devleti, "Birçok ailelerin ve onların mâlik oldukları şeylerin egemen kudret tarafından adaletli
bir şekilde (veya hukuka uygun olarak) idaresi" şeklinde tanımlar. Hegel'in tanımı ise şöyledir:
"Devlet ilâhî arzudur. Şu anlamda ki, yeryüzünde mevcut olan ve dünyanın yürürlükteki biçimi ve
örgütü olarak ortaya çıkan bir düşüncedir. Devlet, bilinçli amaçlara, belli kanun ve ilkelere
itaat eder. Devlet mutlak surette akılcı olan şeydir; kendini bilen ve emreden ilâhi iktidardır;
ruhun sonsuz ve zorunlu varoluşudur. Tanrı'nın dünyada yürüyüşüdür." (Sabine, a.g.e., III, 39).
Beşerî temel üzerinde yükselen Batı felsefesinin çeşitli devlet tarifleri, görüldüğü gibi
çelişkilidir. Çağdaş devlet tarifleri ise, devleti karmaşık bir yapıya sahip olan tüzel bir
kişilik olarak almaktadır: "Devlet, idare edenler dışındaki bir otoritedir... Zorlayıcı kuvvet
ve bu kuvveti kullanan kişiler ve örgütler devletin maddi kuvvet ve organlarıdır. Bu maddi
kuvvet ve organların yanında idare edilen toplumdaki kuvvet unsurlarına da dayanır. Çünkü devlet
yalnızca maddi kuvvet ve organlardan ibaret sayılamaz." (Prof. Dr. Erdoğan Göker, Hukuk
Başlangıcı Dersleri, Ankara 1974, 183).
İslâmî devlet, beşer kaynaklı bütün bağlamlardan aykırı bir konumda yer alır. İslâmî devlet bir
gaye değildir. İslâm'ın uygulanması için bir araçtır. Kuruluşunun asıl amacı, İ'lây-ı
Kelimetullah'tır, yani İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesidir. Görevi, müslümanların İslâm'ı
yaşamalarını sağlamak ve buna zemin hazırlamaktır. Varoluş gayesi böyle tanımlanabilecek İslâm
devleti bu amaçla kurulur. Binaenaleyh, adında "İslâm" ibaresi bulunarak kurulmuş, ancak
uygulamada başka ideolojilerle eklemlenmiş veya aslî gayeden uzaklaşmış devletlere "İslâm
devleti" denilemez.
İslâm açısından devletin gereği tartışılamaz. İmam Gazzalî İslâm'a göre teşkilâtlanmış bir
devletin ve onun başında bir başkanın bulunması gerektiğini açıklarken şöyle demektedir:
"...Bunun gereği ile ilgili olarak kesin şer'i delili ortaya koyarken bu konuda ümmetin icma
halinde olduğuna dikkati çekmekle yetinmeyerek, icmaın dayanağını da şöylece açıklayacağız:
Şeriat sahibi dini emirlerin düzenliliğinin sağlanmasını kesinlikle istemiştir. Bu yargıda
anlaşmazlık olabileceği kesinlikle düşünülemez. Buna dayanarak şunu da ekliyoruz: Dînî emirlerin
düzenliliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla mümkün olabilir. Can ve mal
güvenliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla sağlanabilir. Buna,
yöneticilerin ölümü dolayısıyla ortaya çıkan karışıklıklar delildir." (Gazzâlî, el-İktisad
fi'l-İtikâd, Nşr.; İ. Agâh Çubukçu-H. Atay, Ankara 1962, 224 vd.)
"Allah'a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (en-Nisâ,
4/59). Bu buyruk, imamın varlığına ve gerçeğine delâlet eder. "Aralarında Allah'ın hükümlerini
uygulayacak, Allah Rasûlü'nün getirmiş olduğu şerîatın hükümlerine göre onları yönetecek
adaletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün Ehl-i Sünnet, Mürcie,
Şia, Hariciler ittifak halindedir." (İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Mileli ve'l-Ehvâi ve'n-Nihal,
Beyrut 1395/1975, IV, 87)." Boynunda bir bey'at sorumluluğu bulunmaksızın ölen bir kimse
cahiliyye ölümüyle ölür. " (İbn Hazm, el-Muhalle. IX, 359) Farzların edası, hadlerin uygulanması
ancak güçle, iktidarla olabilir. "Üç kişi yola çıkacak olursa, birilerini başkan tayin
etsinler." hadisi, üç kişilik bir cemaatte bile başkanın zorunluluğunu belirtmektedir.
İslâm hukukçuları ve kelâm âlimleri özellikle devlet başkanlığı (hilâfet) üzerinde düşünmüşler,
müfessirler ve sünnet şârihleri de Kur'an ve Sünnet'te yer alan nâssları inceleyerek bunlar
üzerinde etraflıca durmuşlardır. Hatta çağdaş sosyologların öncüsü sayılan İbn Haldun,
Mukaddimesinde devlet kavramını geniş olarak ele almış, toplumların yaşayışlarına ve devletlerin
yükseliş ve düşüşlerine dair birtakım kurallar ortaya koymaya, kendisine göre bir sistem
geliştirmeye çalışmıştır.
İslâm hukukçuları İslâm devletini "dâru'l-İslâm" diye adlandırmışlardır. Bu isim, modern hukuk
lugatlarındaki devlet teriminin taşıdığı anlamı tamamen kapsar (A. Kerim Zeydan, İslâm Hukukunda
Fert ve Devlet, Çev. Cemal Arzu, İstanbul 1969, 23). Ancak hemen belirtmek lâzımdır ki, İslâm
hukuku terminolojisi ile çağdaş lâik hukuk terminolojisi arasında "devlet" kavramı da dahil
olmak üzere bütün kavramlarda tam bir farklılık göze çarpar. Bu iki dünya görüşünün kavramlara
yaklaşımında hiçbir ortak yan bulunamaz. Bunun asıl sebebi ise İslâm'ın vahiy kaynaklı, İslâm
dışı düzen ve sistemlerin ise beşer kaynaklı oluşudur. Bu gerçek gözden kaçırılırsa telâfisi
imkânsız hatalara düşülür. "Devlet" kavramına yaklaşılmak istendiğinde de bu gerçeğin gözardı
edilmemesi gerekir.
Hayatın vahye göre düzenlenmesi anlamıyla devlet, ilk defa Hz. Âdem ile birlikte ortaya çıkmakla
beraber, Kur'ân-ı Kerim'de özellikle Hz. İbrahim'den itibaren inanışın devlet düzeni ile ilgili
tabloları ele alınmaktadır. Ondan sonra gelen hükümdar peygamberlerden söz edildiği gibi, Firavn
ve Nemrut gibi kendisini ilâhlaştırmak davasında olan devlet başkanlarından ve onların devlet
düzenlerinden de söz edilmektedir. Devlet de Allah'ın insanlara bildirdiği vahiy düzeninin bir
parçası olduğuna göre; bunun ilk Peygamberle birlikte ortaya çıkmış olduğunu, yine vahyin
zorunlu bir gereği olarak, kabul etmemiz gerekmektedir.
İslâmî Devlet
İslâm'dan önce Cahiliye Araplarının da kendilerine göre bir hukuk düzenleri vardı. Vahşî,
ilkel kabile toplumunda sosyal yanı kan akrabalığı üzerine kurulmuş ilkel bir seçkinciliğe
dayanıyordu. Aşırı şeref ve asaletçilik, Araplar'da hiçbir zaman birlik ve beraberliği
sağlayamıyordu. Güçlü olan kabilenin kurduğu idare, çok kısa bir süre sonra anarşi ve
savaşlarla bitiyordu. Zulüm ve adâletsizlik, İslâm'ın ortaya çıktığı sıralarda en üst düzeye
ulaşmıştır. Hz. Peygamber İslâmî devletin temelini Akabe bey'atleri ile atmıştır.
Medinetü'n-Nebi denilen Yesrib şehri, İslâmî devletin kurulduğu ilk mekândır. Burada ilk
İslâmî anayasa da hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicretinden vefatına kadar geçen süre boyunca İslâm devletinin
gerekli bütün temel kurumlarını, vahyin rehberliğinde tek tek şekillendirmiş, ashâb-ı kiram
da bu kurumların ferdî ve sosyal yaşayışlarına kazandırdığı yeni muhtevaya göre bu yapının
insan unsurunu teşkil etmişlerdir.
Yüce Rasûl, ardında, en doğru yola götüren Kur'an-ı Kerim'i bırakarak ebedî aleme göçtüğünde
ümmet arasında geçici bir dağınıklık ve ihtilaf çıkmıştı. Fakat ashâb-ı kiram, hem islâm'ın
devletsiz olamayacağını çok iyi biliyorlardı hem de önlerinde Yüce Rasûl'den kalan miras
vardı. Onlar bu siyasal mirası çok iyi anladılar ve Yüce Rasûl daha defnedilmeden hemen
devlet başkanını, Rasûlullah'ın halifesini tayin ederek, ona bey'at ettiler. Burada İslâmî
devletin devamlılığının işâreti görülür. O anda ne bir rejim tartışması vardır, ne yönetim
şekli tartışması. Rasûlullah'ın kurduğu düzen, yani onun Sünnet'i ne ise, o sürdürülmüştür.
Hiçbiri melek olmadığından halifenin belirlenmesi sırasında, bazı tartışmaların vücuda
gelmiş olması tabii hatta gerekli karşılanmalıdır. İslâmî devlet, yeryüzü cenneti kurmaz.
Yöneticilerin hepsinin aynı ferasette olması da eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden
yöneticilerin bozulduğu zamanlarda halk da bozulmuş, İslâmî devlet kendi gerçekliğinden
uzaklaşmış, sadece adı kalmıştır... "İlk çözülecek kalp, yönetim; sonuncusu namaz
olacaktır." buyuran Rasûlullah, bu çözülmeyi haber vermiştir. Çağdaş dünyada müslümanlar
çeşitli devletlerin hâkimiyeti altında, Şerîatın bütününü yaşamaktan mahrum, ancak bir kısmı
ibadet ile ilgili ve kendilerini yasaklara karşı koruyup ferdî olarak yaşamaktadırlar. Bazı
devletlerin isimlerinde İslâm ibaresi geçmekteyse de, bu ibareler o devletlerin yukarıda
bahsi geçen ve yeryüzünde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek, şeklindeki tarife uygun olarak
kullanılmadığı; kendilerinden ya içi boşaltılmış bir terim, ya halkı aldatıcı bir slogan,
yahut beşerî kavramlarının yanında bir kılıf olarak istifade edildikleri kesindir. İslâmî
devlet, kavram ve kurumlarının, beraberinde monarşi, teokrasi, demokrasi, sosyalizm,
liberalizm, gibi beşerî kavram ve kurumları hiçbir şekilde barındırmayacak düzeyde açık
seçik olarak vaz'edilmişken; bunlarla İslâm'ın bir arada ve lafız düzeyinde kullanılmaya
özen gösterilmesi, müslümanlara egemen çevrelerin süper devletlere olan bağlılıklarının
hatta şahsî çıkar ve ihanetlerinin bir belgesi durumundadır.
İslâm'ın devlet yapısı ve bu yapı ile ilgili olarak koyduğu hükümler, asıllarında hiçbir
değişiklik göstermeksizin her zaman ve yer için uygulanabilecek özelliktedir. Bu özellikler
yüce dinin ilâhî, son ve evrensel bir din olmasından gelmektedir. İslâmî devletin düzeni ile
ilgili belli başlı ilkeler vardır. İstişare, bey'at gibi kavramlar değiştirilemeyen temel
ilkelerdendir. Hükümler, belirli bir bölge veya belirli bir çağ veya insan topluluğu için
değil, evrenseldir. Eklektik değildir, ekleme yapılamaz, tebdil, tağyir ve ilga edilemez.
Bir başka şeyle sentez olmaz. İslâmî devlet kendine özgüdür ve önceki ve sonraki bütün
devlet düzenlerinden ayrılır. Kur'ân-ı Kerim'de, İslâm'dan önceki devirler ibretle
anlatılırken, o zamanların devlet düzenlerinin bir kısmından, bazı kral ve meliklerden,
Fir'avn'dan söz edilmektedir. Bu arada peygamberlerin bazısından da hükümdar olarak söz
edilmesi oldukça tabiidir.
Hz. Peygamber'in vefatından önce tamamlanan İslâm, bütün kurumlarıyla beşeri sistem ve
düzenlerden ayrı olduğu gibi, devlet düzeni ile de benzersizdir. O sebeple İslâmî bir ilke
olan şûra ve bey'atı tarihî bakımdan eskidir diye, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlarla
birlikte anıp nitelemek, bu İslâmî ilkeleri yozlaştırdığı gibi, bu tür yaklaşımların kendi
kendini kandırmaktan öte bir faydası da olamaz.
İslâmî Devletin Unsurları
İslâmî devlet, İslâm'ın bir parçasıdır. İslâm ise bir bütündür, dünyevî ve ruhânî ikiliğe yer
vermez. Onda hayatın her cephesi birbirinden ayrılmayacak şekilde içiçe geçmiştir. Bu
özelliği, Batı kafası ile düşünen sistemin dışından bakan kişiler bilemezler, ve İslâmî
devletin unsurlarını yanlış biçimlerde tarif ederler. Bey'ati, basit bir toplum sözleşmesi
olarak görürler.
Gerçekte "Sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar, Allah'ın eli onların eli
üstündedir..." (el-Feth, 48/10) âyeti, bey'atin, halife vasıtasıyla Allah'a olacağını
açıklamaktadır. Hakimiyet, Allah'ındır. İlâhî iradeyi ise, cemâatin iradesi temsil eder.
Devlet, Allah için vardır ve icraati doğru yola ters düştüğünde düzeltilmelidir. Cumhür-ı
ulemâ, Allah için toplumu ayakta tutacak, halka yön verecek, suç işleyenlere ceza verecek,
zekâtı toplayacak, ülkeyi koruyacak bir devlet yapısının ve başında bir imamın (halifenin)
bulunmasının zorunluluğu konusunda görüş birliğindedir (et-Taftazanî, Şerhu'l-Akâid,
İstanbul 1326, s. 181).
Ülke kavramı İslâm'da bütün İslâm topraklarına şâmildir (tek devlet, tek ümmet). İslâm'a göre
dünyada iki rejimin egemenliği sözkonusudur. 1- İslâm'ın egemen olduğu ülke, dâru'l-İslâm
(İslâm ülkesi); 2- Küfrün yani vahiy kanunları dışında, beşer kanunlarının hüküm ve
değerlerinin egemen olduğu ülke (dâru'l-harb).
Devletin diğer bir unsuru beşerî unsurdur. İslâm devleti, ırkî, coğrafî ve etnik bir temele
dayanmaz. İslâm'da bu unsur ümmettir. Müslümanlar tek ümmettir; vatan, renk, dil, menşe'leri
ne olursa olsun, "müminler ancak kardeştir. "
İslâm devletinin tebaası olan herkes, inansın veya inanmasın İslâmî hükümlere uyar. İslâmî
devlet insan unsurunu iki kısımda ele alır: 1. Müslüman vatandaşlar, 2. Gayr-i Müslim
(Zımmi) vatandaşlar. İslâmî devletin temeli müslüman vatandaşlardır. İslâmî tâbiiyet, imana
dayalı olup, müslümanlığını ilân eden her insanın islâmî hükümlere göre yaşayabileceğini
öngörür. Ancak, herkesin müslüman olmadığı ve olamayacağı bir gerçektir. Bu bakımdan İslâmî
devlet müslüman olmayan vatandaşlarına karşı en adil tavrı belirlemiş; onlara İslâm'ın bütün
müslümanlar için verdiği teminattan ayrı ve ek olarak, inanç hürriyetini mal ve can
güvenliklerini bir anlaşmayla belirleyebilmek imkânı da vermiştir. Bu akidlerde söz konusu
edilen zımmîlere verilmiş hiçbir hak, halife dahil, kimse tarafından ihlâl edilemez.
Zimmet akdi genellikle müslüman olmayan ve İslâm hâkimiyetini kabul eden herkesle yapılır.
Ancak Arap putperestleriyle zimmet akdine girişilmez. Zımmîler, cizye verir; İslâm aleyhine
propaganda yapamaz; "müslümanlara karşı eyleme geçemez", kendi dinlerinde de yasak olan
fiilleri yaptıklarında İslâm hükümlerinin kendilerine uygulanmasını kabul ederler. İslâmî
devlet de onlara inanç, ibadet, can, mal, ticaret güvenliği getirir. İslâmî vatan kavramı
evrensel olup "dâr", vatan kavramından da farklıdır. İslâmî hükümlerin uygulandığı her yer
vatandır. Bir ülke, coğrafi bakımdan İslâm ülkesine yakın olmakla, yahut halkı arasında
İslâm'ı yaşayanlar vardır diye dâru'l-İslâm olamaz. Tâif şehri çok yakın olmakla birlikte
Mekke'nin fethiyle İslâm ülkesi olmamıştır. Yüzyıllarca İslâm egemenliğinde kalmış, Şerîat
uygulanmış ülkelerde toplumsal ve tarihi şartlarla bu hükümler ortadan kalkmışsa, artık o
ülke İslâm ülkesi sayılmaz.
Yani bir ülkenin İslâm veya harp ülkesi olup olmadığının ölçüsü egemen olan hükümlerdir.
Hükümler İslâmî, ise, ülke de İslâm ülkesi olur.
İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye göre; 1. Şirk ehlinin hükümlerinin uygulamaya geçirilmesi, 2.
Dâru'l-harb'e bitişik olması, 3. Hiçbir müslüman ve zımmînin ilk emanı ile emin olma
ihtimalinin kalmaması gibi üç sebeple İslâm ülkesi küfür ülkesine dönüşür. İmam Muhammed ile
Ebu Yusuf bir şartla dönüşür, demişlerdir. O şart, küfür hükümlerinin egemen olmasıdır
(el-Haskefi, ed-Durru'l-Muhtar ve İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtar, ale'd-Dürri'l-Muhtar,
el-Meymeniyye baskısı, III, 260 vd.).
Dâru'l-İslâm'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi için İmam Ebu Hanife'nin ileri sürdüğü bu üç şarttan
söz ederek, böyle bir dönüşmenin, eskilerin İslâm ülkesi olan topraklar için bugün söz
konusu olmadığını ileri sürecekler bulunabilir. Ancak burada şunu hatırlatalım:
t- Bu ülkede İslâm ahkâmı değil, beşerî hukuk hükümleri yürürlüktedir.
2- Daru'l-harbe hem siyasî hem iktisadî paktlarda antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafî
olarak bitişik ve içiçedir.
3- Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar (müslümanlar ve kâfirler de) İslâm'ın
emanı ile emin değildirler.
Dâru'l-harb (savaş ülkesi) İslâm hükümlerinin uygulanma imkânı bulamadığı yerlerdir. Bu
ülkede insan unsuru müslüman da olsa, savaş ülkesi olması kuralı değişmez. O halde
dâru'l-harbteki müslümanlar zulüm altındadırlar, baskı altındadırlar, yurtlarından
çıkartılmaktadırlar.
Devletin bir diğer unsuru hâkimiyettir. İbn Haldun'un tarifiyle hâkimiyet; "sahibinin gücü
üstünde bir gücün bulunmamasıdır." (Mukaddime, Mısır (t.y.), s. 188)
Modern anlayışa göre hâkimiyet, bir irade bütünlüğünün diğer bir evrensel irade ve karar
birliğinden mutlak bağımsızlığını ifade eder. Herhangi bir iç ve dış kuvvetin müdahale ve
murakabesi olmaksızın en yüksek evrensel karar yetkisine sahip bir birliğin ifadesi olarak
hâkimiyet, muayyen bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan
ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan, aslî en yüksek hukukî iktidar veya
kudrettir. (Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, İstanbul 1986,118; Yavuz Abadan, Amme Hukuku ve
Devlet Nazariyeleri, Ankara, 1952, 323)
İslâm anlayışında, muvazaa, müdahale, saltanat ve irsiyet olmaksızın kullanılması öngörülen
hâkimiyet; şahıslarla kaim değildir; temsili demokrasinin zaafları ve yozlaşmışlıklarını
barındırmaz; kıyamete kadar geçerli ve değiştirilemez ilkeleri vardır. İnsanların yıllar
geçip de beğenmeyip değiştirdikleri, yaz-boz tahtasına dönüştürdükleri anayasa ve yasalarla
kurulu şirk düzenlerine benzememektedir. Mülk Allah'ındır. Yapılan bey'at şekilde halifeye,
asılda Allah'adır. Halbuki çağdaş sistemler, "boş sözlerle" insanları şirke çağırmakta,
hâkimiyeti beşerin şu ya da bu kesimine ait bir hak olarak göstermek isterken, insanlar
arasında fitne çıkarmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
İslâm, İslâmî ve cahîli olmak üzere iki tür hâkimiyet tanır. "Onlar, hâlâ cahillik devrinin o
(sapık) hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz bir kanaate sahip olarak bir topluluk için hüküm
Allah'tan daha güzel olacak kimdir?" (el-Mâide, 5/50). İnsanların değer ölçülerinin kriteri
değişip durduğundan, bilgi ve görgüleri zaman ve mekâna, eğitim düzeylerine ve daha pekçok
etken ve sınırlayıcı faktöre göre farklılık arzettiğinden, hepsinin ittifakla kabul
edebilecekleri bir egemenlik anlayışı da şekillenemez; böyle bir sistemi de kuramazlar.
İslâmî hükümleri koyan ise Allah'tır ve Allah kesin bilgi verir. İslâmî hâkimiyetin
orijinalliği buradadır. Cahilî hâkimiyet ise, ne kadar uğraşsa da âdeta Allah'ın belirlediği
ölçülerin dışında kalıp bir temel bulmağa uğraşmakta, ama başaramamaktadır. (Seyyid Kutub,
Fi Zilâli'l-Kur'an, Beyrut, (t.y.) VIII, 27 vd.) İslâm terminolojisi cahilî hâkimiyeti
çeşitli terimlerle ifade etmiştir: Küfr, dalâl, cahiliyye, tâğut... Tâğût, Allah'dan başka
kendisine ibadet edilen her şeydir (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, Beyrut 1388/1969,
I, 512). Yani Allah'ın karşısına dikilen, ayaklanan, emirlerine karşı yeni hükümler koyan
herşey tâğûttur. Ona itaat edilmez. Bu, insan, put, şeytan veya başka herhangi bir şey
olabilir. (Taberi, Câmiu'l-Beyan, III, 13)
Allah ve Rasûlü bir şeyde hüküm vermişse artık onda müslümanlar muhayyer değildir (el-Ahzab,
33/36); itaata mecburdurlar ve tâğût yasalarını da hakem kılamazlar: "Şunları görmüyor
musun, kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlar da
hakem olarak tâğûta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmiştir.
Şeytan da onları iyice saptırmak istiyor..." (en-Nisâ, 4/60). Böylece haktan uzaklaşıyor,
hak-bâtıl ayrımından basiretleri kalmıyor, beyinsizleşiyorlar.
Genellikle Batılı hukukçularla bunların etkisinde yetişen Doğu aydınları İslâmî devleti nev'i
şahsına münhasır tanımıyla almak yerine, onu Batı sosyo-ekonomik gelişme evrelerine göre
değerlendirmek istemekte ve Batı'da gelişen bilimsel-felsefi ekolleri izleyerek teokratik
bir düzen olduğunu söylemektedirler. Oysa teokratik devlet ruhban devletidir; kilise
egemenliğinin, ona bağlı yüksek derecedeki din adamlarının eliyle hâkimiyetin
kullanılmasıdır. İslâmî devlet ise ruhban sınıfını reddeder. İslâm'da ruhbaniyet yoktur.
Ancak bilenler ve bilmeyenler aynı düzlemde yer almaz. İslâmî devleti Batı siyasî tarihinin
bir yönetim biçimine benzetmenin veya ona indirgemenin İslâmî devletin gerçek anlamıyla
ilişkisi olamaz. İslamî devlet parlamenter çoğulcu demokrasi ile de karşılaştırılırsa,
ikisinin tamamen farklı olduğu görülür. İslâm için demokratik lâik devletin, bir ortaçağ
teokrasisinden veya ilk çağ hükümdarlığından veya monarşilerden, "Allah'ın hükümlerinin
uygulanmadığı düzen" olmak bakımından, hiçbir fark yoktur. Allah'ın hükmünden uzak yaşayan
toplumların siyasal düzenlerinde zamanla şeklî bazı farklılıklar görülse de, hiçbir zaman
Allah'ın âdil hükümlerinin mutluluğunu tattıklarından sözedilemez. İslâm'ın sınıf farkını
kaldıran imtiyazsız siyasal yapısından ve bu yapının maddi ve ruhî kazançlarından fert ve
toplum olarak daima uzak kalmışlardır. Çağdaş ve mükemmel yönetim biçimi diye tarif edilen
ve âdeta alternatifi olmadığı öne sürülerek putlaştırılan demokratik devletler de insanları
mutlu, huzurlu ve ahenk işinde yönetmekten acizdirler; çünkü bu düzenlerde de egemenlik
eninde sonunda belli bir sınıfın elinde bulunmakta, dolayısıyla o sınıfın çıkarları
uygulamada eksen olmaktadır. Bu ise sonuçta büyük çelişkilerin doğmasınâ sebep olmaktadır.
Jean Jack Rousseau da "İnsanlara kanunlar vermek için ilâhların olması zorunludur." diyerek
insanların bu konudaki acizliklerini itiraf eder (Altı Kitabı ile Rousseau, İstanbul 1967,
s. 144).
İslâmî Devlet ve Lâiklik
İncil'de Hz. İsa'ya; "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya ver" sözü
atfedilmiştir. Bunu temel alan Hristiyan Batı dünyasında din, dünya işlerinden
uzaklaştırılarak devletten dışlanmıştır. Hristiyanlık böyle bir ayırıma müsaitti. Aynı yolu
İslâm dünyasında da uygulamaya kalkanlar, İslâm'da böyle bir ayrılık sözkonusu olmadığından,
Batı'daki özgürlük ortamına aykırı olarak baskıcı bir laiklik anlayışına yol açtılar.
Laiklik, İslâm için anlamsızdır. İslâm'da dünya işleri ayrı bir alan teşkil etmez. Hayatın
bütün yönleri bir bütün olup, hepsi de vahiy temeline dayanır. Ayrıca "Dinde zorlama yoktur"
buyruğunu da çarpıtarak, bu emri müslümanlar aleyhine çevirmek, akla ve mantığa uymayan açık
bir iftiradan, yakıştırmadan başka birşey değildir. Devlet otoritesi. dinden ayrılıp tek
başına kalacak, ya da din, devlet otoritesinden mahrum kalacak olursa, insanların halleri
bozulur; düzeni kalmaz (İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetâvâ, XXVIII, 394) diyen İbn Teymiyye, hem
İslâm açısından, hem de sosyal bakımdan laikliğin ne denli bir çıkmaz olduğuna işaret
etmektedir. Yunus sûresinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşacaklarını
ummayanlar, dünya hayatından hoşnut olup onunla (yetinip) tatmin olanları ve âyetlerimizden
gafil olanlar, işte onların kazandıkları yüzünden varacakları yer ateştir." (Yunus, 10/7,
8).
İslâm'da da seçim ilkesi vardır diye İslâm'la demokrasi arasında bağlantı kurmak da bir
aldatmacadır. Böyle bir tutarsız iddia, müslümanları demokratikleştirmek ve asıl gayelerini
unutturmak için kurulmuş bir tuzaktır. Halkın seçtiği veya atanmış kişilerin yaptığı
kanunlar lâiktir ve dîne karşıdır. Oysa İslâmî devlette ulû'lemr; sadece tebliğ edilene
uymakla mükelleftir. Ayrıca demokrasi, çoğunluk rejimidir. Oysa "Eğer sen, yeryüzünde
bulunanların çoğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar..." (el-En'am, 6/116)
buyruğu, dikkatimizi çoğunluğun, hakkı bulmakta bir ölçü olamayacağı gerçeğine çekmektedir.
Diğer taraftan demokrasi, temelde siyasî partilere dayalı, kavgacılığa açık bir rejimdir.
Dolayısıyla şeytanî bir yönü vardır. Buna göre; İslâm devletinin en karakteristik özelliği
olan İslâm hâkimiyet anlayışının ana çizgilerini, şöylece maddeleştirebiliriz:
1- Kâinâttaki hükümler ile insanların hayatlarında uygulamaları için konmuş hükümlerin
kaynağı (Şârii) birdir; o da Allah Teâlâ'dır.
2- Allah'ın hâkimiyeti karşısında zorunlu olarak tüm insanların mevkii birdir ve aynıdır.
3- İnsanın bu kanunlar karşısındaki durumu, âlimin tabiat kanunlarını keşfetmesi gibi, bu
ilâhi hükümleri anlamaya çalışmaktan ibarettir.
4- Dolayısıyla insan, kudretinin engelleyemeyeceği ve elindeki kudretlerin değiştiremeyeceği
bir ilâhi kanunlar mecmuasıyla karşı karşıyadır. Bunun için siyasî hâkimiyet de yalnız ve
yalnız Allah'a ait olacaktır. İnsan bunları uygulamakla görevlendirilmiştir. O, hukûkî ve
siyasî anlamda hâkim olamaz.
5- Mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır. İnsanlar Allah'ın
halifesi olarak bu hükümleri uygularlar. (Prof. Dr. Harun Han Şirvanî, İslam'da Siyâsi
Düşünce ve İdâre, Çev. Kemal Kuşçu, İstanbul 1965, 21; Ebu'l-Ala Mavdudi, İslâm'da Siyâset
Nizamı, Çev,. A. Zengin, İstanbul (t.y.), 25; el-Amidi, el-İhkâm, Kahire 1387/1967, I, 76;
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslamiye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 216).
Devletin İşlevleri
Teşri (yasama): Teşri', yani yasama kuvvetinden maksat; genel anayasa kaideleri ile kanunları
içine alan, şahıslar için bağlayıcı kaideler çıkarma hakkına sahip olmaktır (Dr. Muhammed
Faruk, en-Nebhan, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Çev. Prof. Dr. Servet
Armağan, İstanbul 1980, 351). O halde bu, aynı zamanda hâkimiyet hakkı ile yakından ilgisi
olan bir işlev ya da kuvvettir. Teşri yetkisi Allah'a ait olup Rasûlün durumu hükümleri
tebliğ ve bunları açıklamaktan ibarettir. Devletin teşri' organı, Allah ve Rasûlü'nün emrine
aykırı kanun yapamaz. Bu hükümlerin uygulanması ile ilgili kanunlar yapar, düzenler.
Hükümlerin tahrif edilmesinde geçerli yollardan birine bağlanabilir, hakkında hüküm
bulunmayan konularda ictihad eder. Hükümlerin uygulanması sırasında teşri organının
kaynakları Kur'ân, Sünnet, Hulefa-i Râşidin'in tatbikatı ve müçtehidlerin doktrinleridir;
ayrıca mesalih, örf ve âdet de kaynak olabilir. Bütün kanunlar, hiçbir zaman Kur'ân ve
Sünnet'e aykırı olamaz.
İcra (yürütme): Yürütme organının bağı halifedir. Hükümet, Kur'ân'a dayanır. Şûrâ ilkesine
göre hareket eder. İmamet makamına bey'atla gelinir. Hükümet, İslâm hükümlerini uygulamadan
sorumludur.
Kaza (yargı): Adaletin dağıtılması, hak sahiplerine haklarının verilmesi ve suçların ortaya
çıkmasından sonra, suçlunun usûlüne uygun bir şekilde tesbiti ve cezalandırılması için, kaza
organı gereklidir. Halifenin atayacağı hâkimler, bağımsız olarak, İslâm ilkelerine göre
anlaşmazlıkları çözüme bağlar.
Malî Tasarruf: Hz. Peygamber, hâkim ve idareci tayin ettiği gibi; bulundukları bölgede zekâtı
toplamak, toplanan zekâtı Kur'ân'ın gösterdiği yerlere harcamak, artanı da Beytü'l-Mâl'e
göndermek için ayrı bir kurumlaşmaya gitmiştir. Şûrâ, İslâm'a uygun olarak gerektiğinde ek
vergi kararları alabilir. Halife de bunu yürürlüğe koyar.
Kültür: İslâm'ın yabancı ülkelere tebliğ edilmesi de hükümetin görevidir. Öncelikle kendi
vatandaşlarının eğitim ve öğretimine ait kararların yürütülmesi de hükümetin
sorumluluğundadır.
Denetim: Yöneticileri kontrol etmek, onlara doğru yolu göstermek bütün ümmetin görevidir. Bu
görev şûrâ meclisi üyeleri ve islâm ulemâsı vasıtası ile yerine getirilir.
İslâmî devlet; tek ümmet, tek devlet, tek halife özelliği gösterir. İnançta tevhîd, toplumda
vahdeti hedef alan İslâmî devlette, siyasî parti türü yapılanmalar sözkonusu değildir. Bu,
görüşlerin daraltılması olmayıp, her alanda vahdeti gözönünde bulunduran ilâhi düzenin bir
sonucudur. Devlet, İslâmî hükümlerin yorumlanması konusunda da icmaa dayanır. Temel ilke,
Allah'ın ipine topluca sarılmak olduğundan, muhalif aşırı ve sapık görüş ve düşüncelere
itibar edilmez. Anayasada belirli mezhep veya meşrebin üstünlüğüne yer verilmez, hükümler
muallakta bırakılmaz; görüş ayrılığı olabilecek konularda hak olan görüşlerden en iyisi
tercih edilir. Apaçık delillerden sonra ayrılıklara ve çekişmelere izin verilmez. Siyasî
birliği dağıtıcı ve bozucu bir davaya kalkışanlar cezalandırılır. Zaten tebaaya, hükümlerde
itaat zorunludur; muhayyerliği yoktur.
Şamil İA