İnsan topluluğu. Belirli ortak noktaları olan insan topluluğu.

Halk kelimesi arapça "ha-le-ka" kökünden gelmektedir. Genel olarak takdir etmek, birşeyi yoktan varetmek mânâlarında kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de genellikle dünyanın, insanın ve diğer varlıkların yaratılması beyan edilirken "halk etme" kavramı geçmektedir. Kelime "yaratılmışlar" anlamında ism-i mef'ul olarak kullanılmıştır. Ancak Arap dilindeki "halk etme" kavramı bugünkü mânâda "insan topluluğu" mânâsını ifade etmez. (Yûsuf Kerimoğlu, Mükellef mi, Halk mı?, Mektep Dergisi, İstanbul I986, SAYI. 4, s. 36).

Halk kelimesi Latince "Populus''tan gelmekte "people", "peuple" gibi diğer dillere geçmiş bulunmaktadır. Buna göre belirli bir toprakta oturan bir cinsten olan ve aynı dili kullanan insan kitlesine halk denmiştir. Bir halk kitlesi içinde çeşitli ırktan olanlar vardır. Bu bakımdan kavimden ayrılır. Ancak, ırz bakımından bir cinsten olan "halk kitleleri" de vardır.

Halk kelimesinin eski Yunan'da toplum sınıfları içerisinde farklı sınıfları çağrıştıran bir özelliği vardır. Asiller ve din adamları, halktan seçilmiş kimselerdi. Köylüler ve köleler ise, halkın aşağı sınıflarıdır. Batı'da uzun toplumsal mücâdeleler sonucunda bu tür sınıflamalar resmiyette ortadan kalktı. Fakat, asillerin yerini sanayici tröstler aldı;, köylülerin yerini ise işçiler... Sınıf farkları psikolojik ve ekonomik alanlarda eskisi gibi devam etti. Zenginler fakirlerle birarada bulunmak, oturmak ve yaşamak istemediler. Zamanla bu husus, okumuş ve okumamış kesimler arasında da ortaya çıktı. Avrupa'daki eğitimin yaygınlaşması ve halk kitlelerinin onurlandırılması sebebiyle bu konu fazla bir problem getirmedi. Fakat, Avrupa dışındaki toplumların okumuş ve özellikle Batı'yı görmüş aydınları, kendi halklarına karşı "yabancı" bir tutuma girdiler. Bu durum, sadece okumuş olmalarından geliniyordu. Batı'da edinmiş oldukları yeni kültür değerleri ve yaşama biçimlerine alışmamış kendi toplumlarının insanlarını küçük görmelerinden kaynaklanmaktaydı.

Bizim müslüman toplumumuzda eskiden entelektüel aydın ile halk yığınları arasında bir ihtilâf yoktu. Çünkü büyük İslâm bilgini fakîhler, usûlcüler, kelâmcılar, müfessirler, edebiyatçılar İslâmî eğitim kurumlarında hem okur, hem okuturlardı. Bilginlerimiz, fakîhlerimiz dünya çapında ün sahibi oldukları halde halk kitlelerinin içlerinde yaşıyorlardı. Oysa esefle görüyoruz ki, günümüz eğitim düzeninden geçen gençlerimiz, duvarları göklere yükselen üniversitelerde eğitim görürler ve kendilerini halktan ayırırlar; asiller gibi özel arabalarla halk arasında dolaşırlar ki, halk onları tanımasın, temas kurup aydınlanmasın. Aydın, halkla arasında köprü kurmak zorundadır. Bu öyle bir köprü ki, topluma kapalı olan ve ihtişam ile, sırlarla kaplı aydınların adasını halka açacak, oradan aydın halka rahatça inecek, halk da aydına çıkabilecektir (Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, İstanbul 1980, s. 1126).

Toplum içinde insanların çeşitli görevleri vardır. Her grup, bir boşluğu doldurur ve cemiyetin işlerliği böylece sağlanır. Bu bakımdan, toplumun aydın-aydın olmayan gibi birbirinden farklı hizmetleri yüklenmiş tabakaları olması gereklidir. Bu durum, aydın olmayan sıradan insanların aşağılanması veya değersiz görülmesine sebep olamaz.

Kur'ân-ı Kerim'de Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, Allah size emanetleri ehil (ve erbâb)ına vermenizi; insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenizi emreder. Allah bununla size, gerçek ne güzel öğüt veriyor? Şüphesiz ki Allah (sözlerinizi, hükümlerinizi) hakkıyla işitici (bütün yaptıklarınızı) hakkıyla görücüdür" (en-Nisa, 4/58). Taberî, "Şüphesiz ki Allah size emânetleri ehil (ve erbâbına) vermenizi emreder" âyetinin, devlet adamları hakkında nazil olduğunu söylüyor ve "Âllah'â, Peygamber'e ve sizden olan ulü'l-emre itâat ediniz" âyeti vatandaşlara yapılan nasihattir diyerek idarecilere şöyle hitabediyor; "Ey müslümanların işlerini idare edenler, Allah size vatandaşlarınız idareniz altına girdikten sonra, sahip oldukları haklarını, mallarını, sadakalarını Allah'ın size emrettiği gibi, kalbinizin yattığı şekilde yerine getirmenizi emrediyor. Onlara zulmetmeyin; emredilenden başkasıyla emretmeyiniz; Allah'ın izin verdiğinin dışında, onların mallarından almayınız; vatandaşlarınızın aralarında hükmettiğiniz zaman adâlet ve insafla hükmediniz. Bu, Allah'ın indirdiği Kitâbında ve Peygamber'in lisânında beyan ettiğidir; bundan vazgeçmeyiniz ve onların aleyhine hükmetmeyiniz (En-Nebhân, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, İstanbul 1980, s. 167).

İslâm insanları içiçe dairelerden ibaret görür. Birinci ve en büyük daire, insanlık dairesidir. İnsanlar, bir tek asıldan gelmişlerdir. Ve aralarındaki dil ve gelenek farkları, sırf, bir varlık çeşitliliğinden ileri gelmektedir. Renk, dil, vücut yapısı, erkeklik-kadınlık hep birbirinden seçilebilmeleri, birbirlerine daha çok yardımcı ve yararlı olabilmeleri için kendilerine verilmiş özelliklerdir. Giyim ve hayat tarzı, zevk farkları da bundandır. Yoksa, aynı matbaada basılmış kâğıt paralar gibi birbirinin aynı olmaları, aynı insanın milyarlarca sayıda bulunması demek olacaktı ki bunu düşünmek bile insanı rahatsız eder.

Millet, İslâm topluluğunun objektif adıdır. Onu meydana getiren insanlara ve birim mü'mine bakılarak, bu mü'minlerdeki ortak muhtevâdan ötürü, bir topluluk hâlinde görülmüşler ve bir bütün, bir birlik olarak düşünülmüşlerdir. Gerçekten, bu bütünlük, bu birlik sadece farazî ve mevhum bir bütünlük ve birlik de değildir. Tarihe gerçek bir bakış, bütün peygamberlerin, aynı medeniyeti, gittikçe açılan ve gelişen aynı kültürü yaşadıklarını, aynı insan ve toplum gerçeğini dile getirdiklerini görecektir.

Bu anlayış ırk, kan, renk, dil ve gelenek farklılıklarını inkâr etmek demek değil; belki, milletin meydana gelişinde esas faktörün, iman inanış şuurunu, irade ve eşyaya işleme özelliklerini taşıma olduğunu belirtmektedir (Sezai Karakoç, Yazılar. İstanbul 1967, s. 101-102).

Şamil İA