Bir yerden başka bir yere göç etmek.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının İslâm devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.
Rasûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı.
Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti.
Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı.
Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hacc mevsiminde
Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün
Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti.
Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.
"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın"
dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan
Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız,
İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü. kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan
bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye
geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları
öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize
söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için
Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.
Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı.
Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile
bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu
benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun
getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin
edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini
muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den
çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz,
onu bırakımı. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar
düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at
ediyoruz. Biz, Rabbımıza bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi,
oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacağız. Eğer
bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah!
Biz ahdimizde sadıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız
yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz
şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim
için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârlı alış
veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak
için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret
etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret
için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte
olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek
büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer müslümanlar hicret ettiler.
Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana
bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp,
hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin
hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çeşitli
fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi
öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını,
kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın
kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait
bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye
Peygamberimizin evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak
Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler
Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa
gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hıra mağarasına
gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer
alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.
Müşrikler hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey
öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir
ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın oraya
girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün mağarada
gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu
Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın
geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz.
Ebubekir'in bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola
koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz
deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme
ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi
de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek
için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte
olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve
sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda
kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru
hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti.
Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın
atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız
bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua
ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak
istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul
edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi
kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine
rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman
oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek,
başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin
bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün
güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir
gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye
başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak
heyecanla " ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor"
diyerek Rasûlullah'ın geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve
Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti.
Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek
istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam
etti.
Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına
kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in
annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccaroğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can
atıyordu. Allah Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği
ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından
kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine
misafir oldu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.
Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ
Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı. (Müslim, Sahih, VIII, 237).
Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi!
Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de,
sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran
oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken
bir emr ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi
insanü'l-Uyun, II, 58).
Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri
kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün
görmedim" der (İbn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).
Rasûlullah Medine'ye varınca mü'minlerin her biri kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda
yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı.
Efendimiz onlara "Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu
(Semhûdî-Vefâü'l-Vefâ, I,183).
Ashab-ı Kehf'in Hicreti
Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar
gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar.
Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları
gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık
davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler,
korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin
asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör
bundan kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz
etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in,
kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle
anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı
gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine
bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha
zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık."
(Birbirlerine şöyle demişlerdi):
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya
(çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda
hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini
açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son
derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
Habeşistan'a Hicret: İslâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle
zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor,
dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz,
sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini
himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a
iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini
kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin
varlığından söz edilemezdi ama. en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer
taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle
bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum
bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e
göç için bir izin verilmiş oluyordu...
Hicretin Hükmü
Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden...
söz eder.
Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte
idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler.
Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler.
İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden,
kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve
(hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:
"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının
artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor
veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine İbn Abbas
(r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat
müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da
beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine:
"Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan
mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr,
Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler
idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamiyle yaşayabilmek
için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat,
gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır.
Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları
ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr Tefsîr, I,
542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini
yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten
alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile
olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret
etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek
vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini
açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten
daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının,da İslâm'a girmeleri umulabilir.
Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan
ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup
oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII,
28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir
emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda
icmâ' vardır (eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba
orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda
yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir.
Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde
gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne
muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100).
Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri
kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür
egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri,
İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür
İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın
kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve
yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda
yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret
dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret
tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete
kadar kaimdir.
Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a
babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak
amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister.
Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu
cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden
olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret
edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır (İbn Mace Keffâret).
Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten
maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm
olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka
hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:
"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 27).
"Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini
kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya
vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu
kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi.
Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret
Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29)
der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife,
mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak
zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak
zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı
olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest
bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında
şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et
ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste.
Bunu yaptıklarında do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve
aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî
müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri
uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay
alamayacaklardır" (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre
hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.
Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan
istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne,
Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları
topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların
İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve
terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından
işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan
Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün
artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin
diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.
Hicret Edenler ve Ecirleri
Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir.
Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi
yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli
boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler
vermektedir:
"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın
rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/20).
"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan
Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razi
olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/100).
"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde
yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı"
(en-Nahl, 16/41).
Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at
edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın
kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor
muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip
süpürdüğünü bilmiyor muydun?"
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini
insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk
etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır.
Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların
mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş
olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir:
"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna
buna değil de) yalnız bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).
Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil
olduğu bildirilmektedir.
Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu
kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah
(s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın
kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerle" ( İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim,
II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız
onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde
dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya
bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin
yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve
bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni
kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri yerdir."
İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın
malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel
şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır.
"Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta
zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest
yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa
yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân
Dili, V, 3790).
Şamil İA