Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak İslâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı.

İslam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir.

Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (İbn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye, I, 2). Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 107). Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan kimsenin aciz olması sözkonusudur. veya halife olarak tayin edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s. 156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek demektir.

İslâm hukukçuları "hilâfet" terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır. "Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (İbn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır. Bu makama getirilene halife adı verilir.

Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz. Peygamber'e halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamber'in halifesi'' demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle yetinilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; İmâre, 61; Ebu Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, İstiâze, 43 vs).

Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır" (el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler. Bunun caiz olmadığını söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (r.a.)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade etmediğini söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A. Şafak, s. 19; el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s. 27; İbn Haldun aynı yer; İbn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 44-5).

İlâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık görülemez. "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka birşey artırmaz. Kafirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır, 35/39).

"Allah, içinizden iman edip de güzel amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak müşriklerin yerine geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (İslâm'ı) herhalde payidar kılacak; onların korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar bu güvenlik içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-nur, 24/55).

Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre sapmamaktır. Kendisinde bu özellikler bulunmayan hiçbir yönetim "İslâmî" olma özelliği kazanamaz; İslâmî kavramlarla nitelendirilemez.

Halifelik makamına geçen kimse için "halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki, o da: "İmam"dır. İmam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, a.g.e., 24).

İmamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M. E. Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad., 3. kısım; Elmalılı, I, 491). Ancak bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî a.g.e., aynı yer). Bu makamı işgal edene halîfe veya İmam denmesinin nedenlerine gelince:

İlk halifenin Rasûlullah (s.a.s)'den sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi ve 'bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk. el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri dolayısıyla, İslâm devleti başkanına hafife adı verilir. Ona "İmam" denmesinin nedeni ise; İslâm devlet başkanının namaz kıldıran imama benzetilmiş olmasındandır. İmamın arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir. Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-İmâmetü'l-Kübrâ" veya "el-İmâmetü'l-Uzmâ" (büyük imamlık) da denilir. Aslında İslâm devlet başkanım belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu yoktur. Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların yitirilmesi önemlidir.

İslâm yönetimini kastederek "hilâfet" ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de kullanıldığını görmek mümkündür.

Meliklik genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır. Bu nedenle İslâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir. Bu anlamıyla meliklik, İsrailoğullarının yönetimlerinde görülmüştür. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden anlamaktayız. (bk. el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35)... (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için bak. İbn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV. 33 vd.).

İslâm yönetim düzeni, yeryüzünde Rasûlullah (s.a.s)'in önderliğinde gerçekleşmeye başladığı dönemlerde dünyada var olan diğer siyasal düzenler "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi. Bu düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak ve insanları baskı altında tutmak ve tahakküm ilkelerine dayanıyordu.

Bu tür yönetimlere ve onların politikalarına en açık iki örnek, biri İslâm'ın doğduğu yer olan Arap yarımadasının kuzeydoğusunda yer alan Iran imparatorluğu; diğeri ise kuzeybatısında bulunan Bizans imparatorluğu idi. Müslümanlar bu iki düzeni tanımlamak için o dönemlerde İran rejimi hakkında "kisraviyye" yani kisralar düzeni; Bizans rejimi hakkında da "Kayseriyye" yani "Kayserler düzeni" terimlerini kullanıyorlardı.

Aynı şekilde her iki düzeni tanımlamak amacıyla "mülk" kavramı da kullanılırdı. Bununla da anlatılmak istenen bir tek kişinin mukeddaratına egemen olduğu mutlak ve istibdada dayalı yönetimlerin düzenlemeleri, idi. Bu kişi ülkeyi kişisel arzu ve heveslerine göre yönetir ve iradesinin üstünde herhangi bir kanun veya otorite kabul etmez ve tanımazdı.

Özellikle ilk müslümanlar, böyle bir yönetim biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi kişileri örnek göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi; "Şüphesiz, melikler bir itlkeye girdiklerinde oraya ifsâd ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelîl ederler. (Evet) onlar böyle yaparlar..." (en-Neml, 27/34) ayetiyle de genel olarak melikler hakkındaki olumsuz hükmünü belirtmektedir.

Kur'ân-ı Kerim melikî yönetimlerin temelinin zulme dayalı olduğunu befirtir ve bazı, zâlim meliklerden de söz eder:

"Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı" (el-kehf, 18/79).

Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim, Kisraların, Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık bir dille eleştirmekte ve reddetmektedir. Bu ruh ile yetişen ilk müslüman nesil bu tür yönetim şekillerine karşı oldukça hassas idi; onlar İslâmî yönetimin melikliğe dönüşmemesi için büyük bir özen gösteriyorlardı. (bk. M. Ziyauddin er-Reyyis, en-Nazariyyatu's-Siyasiyyeti'l-İslâmiyye, Kahire 1979, s. 114 vd.).

Hz. Ömer (r.a) bir gün Selmân (r.a)'a: "Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar. Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der. Haksız tasarrufları yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz. Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (İbn Sa'd, Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, a.g.e., I, 13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632). Abdullah b. Ömer (r.a) de ümmetin topluca bey'at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII,175).

Hilafet ile saltanat arasındaki farka gelince: Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife müslümanların istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir.

İbn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını söyler ve İslâm'ın soya dayanan saltanatı tanımadığını şöyle belirtir: "Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin İmam olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler" (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 166'dan nakleden M. Ebu Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi, IV, 73).

Buna göre halîfelik, her türlü tasarruf ve adalet ölçüleri içerisinde yapılmalıdır; Meliklik öyle değildir. Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise şûra (seçim) ile gelinir.

Hz. Peygamber (s.a.s), halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların yaşanacağını anlatmıştır (Ebû Dâvûd, Cihâd, 35). Anlaşılan Hz. Peygamber (s.a.s) bu hadisle Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında başlayan ve Muaviye'nin başa geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret etmektedir.

Hilâfetin Müddeti

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir. Bundan sonra melikliğe denilecektir." Bu da şöyle yorumlanmıştır: "Ebubekir'in halifeliği iki yıl, Ömer'in on, Osman'ın on iki, Ali'nin altı yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49)

et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye'nin ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtir.

Çünkü Ömer b. Abdülaziz gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur. (et-Taftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 180).

Hilâfet Türleri

Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yani bütün insanlar ilk planda Allah'a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak unun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda bulunması demektir. Bu uygulamada Allah'ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, halifeciğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde kendi adına uygulamalarda bulunmak üzere "halife" olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması istenmiştir.

El-Bakara suresinin hemen ilk ayetlerinde (Ayet 30 vd.), Allah'ın yeryüzünde halife yaratmak istediğini meleklere bildirdiği anlatılıyor. Yeryüzünde halife kılınan, Hz. Adem (a.s)'dir; dolayısıyla da onun suyundan gelecek bütün insanlardır. Halife kılınan bu ilk insan ve eşi için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur (el-Bakara, 2/35). Bu sınırlamalara uymak, insanın bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır (el-Bakara, 2/38). Bu ölçülerin dışına taşanlar ise ateş azabına düşmekle tehdit edilir. Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik makamının gereklerini yerine getirmeleridir. Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur.

Bu anlamda bütün insanlar Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir. Tüm insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına "umûmi hilâfet" diyoruz. Adem'in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir. İnsan halîfeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu "emanet"in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür.

Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını getirmekle" tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnızca bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de "hususi hilafet" adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve Allah'ın halifeliği onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. İşte Allah'ın "Halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler" (en-Nur, 24/55). Onun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları "tağut"ların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.

İster genel, isterse özel anlamda olsun, hilâfet, "Allah'ın dinini hâkim kılmak" özünü taşır. Bu öz, onun sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilatlanmasıyla siyâsî bir görünüm kazanır.

Allah, Hz. Davud'a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona: "İnsanlar arasında hak ile (Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi" (Sad, 38/260)'de emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara İmam kılındığı haberini Allah'tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise "Bu ahdinin zalimler hakkında sözkonusu olmayacağını" (el-Bakara, 2/214). bildirmiştir.

O halde halifelik, Allah'ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidirler. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istenmeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, Allah'ın yeryüzündeki halifelerinin kendi hür iradeleriyle seçtikleri "halife"dir. Halife bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur'an'ın emirleri arasındadır (en-Nisa, 4/58).

Halifenin Belirlenmesi

Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur.

Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)'ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır. Bu tartışmalar, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi vasiyet ettiği iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, İslâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.

Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî, Vesaya, 2; İbn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-İmame ve's-Siyâse, I, 6).

Sahabiler söz birliği halinde böyle bir tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü öyle birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin dışına çıkıp önceleri Ensar'ın, Sa'd b. Ubâde'yi seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliğinde karar kılmaları mümkün olmazdı. Böyle bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz. Peygamber'in emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bu ise imkansızdır.

İmamın özelliklerinin en çok Hz. Ali'de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir ihtimalle Hz. Peygamber'in Hz. Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz. Peygamber'in pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir husustur. Bu tür hadislerin hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu tür hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine alacak şekilde genişletmek doğru olmaz. Hadislerin maksatlarına ters düşer (Müslimin Fedâilu's-Sahâbe 31'de zikrettiği ve Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye "Sen bana Harun'un Musa ya yakınlığı kadar yakınsın" hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına gelemeyeceğine dair açıklamalar için bk. İbn Hazm, el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 363).

Râşid Halifeler Dönemi ve Belirlenme Usûlleri

Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra gelen ilk dört halifenin hilafet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslam hukukunun kaynaklan arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygambere zaman itibariyle en yakın olmak, onun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların, hem veliyyü'l-emr olarak mü'minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem de İslâm'ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur. Mesele, Hz. Ebu Bekir'in zekat vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a)'in Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali'nin (r.a), Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında oldukça önemlidirler.

Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşıyordu ve bunların İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir'den sonra gelen diğer üç halîfe de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlâr İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm'ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır.

a- Hz. Ebu Bekir'in Halife Seçilmesi

Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Sahabiler arasındaki yeri son derece üstündü. Sahabilerin kendileri bile aralarında en faziletli kişinin Hz. Ebu Bekir olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. İbn Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında Hz. Ebu Bekir'i bütün sahabilerden üstün gördüklerini ifade ediyor (Buhârî, Fedâilu's- Ashâbi'n-Nebiyy, 4). Bunda da onun Hz. Peygambere olan yakınlığı, İslâm için yapmış olduğu fedakârlıklar ve üstün meziyetleri rol oynamıştır.

Hz. Ebu Bekir'in üstünlüğünü ortaya koyan pek çok hadis tesbit etmek mümkündür (bk. Buhârî, el-Amel fî's-Salah, 3, 6; Ezan 38, 46, 47, 68, 70; Salat 80; Fedailu's-Ashabi'n-Nebiyy, 3, 5, 6; Sehiv 9; Sulh 1; Müslim Fedailu's-Sahabe, 10; Ebu Davut, Sünne,11; Tirmizî, Menâkıb,14, 16,17; Nesâî, İmâmet, l, 7,15; Kudât 24; İbn Mace, İkame 142).

Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Bekir'e karşı işaret edilen tavrı ve onun hakkındaki sözlerini onun halîfe olması gerektiğine dairen azından- bir işâret olarak kabul etmişlerdi. Bunda da her bakımdan elbette ki haklı idiler. Çünkü Hz. Peygamberin halifesi olmak için gereken her türlü nitelikler, öncelikle onda toplanmış bulunuyordu. Müslümanlar için ondan daha hayırlı bir halife adayı bulunamazdı. Rasûlullah şöyle buyurmuştu; "Siz şu emirlik (devlet başkanlığı) hususunda insanların en hayırlılarını, emir olmazdan evvel emir olmayı pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 216, 1421-2). Hz. Ebu Bekir de halife olduktan sonra: "emirliği hiçbir zaman düşünmediğini, Allah'tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkca söylemiştir (İbn Kuteybe, a.g.e., I, 19; Kandehlevî, a.g.e., II, 614).

Rasûlullah'ın vefatından hemen sonra Ensâr, Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve Sa'd b. Ubâde'yi halife seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu. Bu konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde ile berâber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir söz alarak, Kur'ân'da Ensâr kadar muhâcirûn'dan da övgüyle söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların kureyşten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu Ubeyde ile Ömer'den birisine bey'at edilmesini istediyse de, ikisi de bu teklifi reddettiler ve bu işe Hz. Ebu Bekir'in seçilmesi gerektiğini bildirdiler. Başta Beşir b. Sa'd, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer (r.a) olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey'at ettiler. O anda bey'at etmeyen Sa'd b. Ubade ve hazır bulunmayan Hz. Ali ile diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey'at ettiler. Böylece Hz. Ebu Bekir aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin halifeliğinde ısrar ettiler. Böylelikle Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliği kesinleşmiş oldu. (İbn Sa'd Tabakat, III, 178 vd.; İbnü'l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; İbn Kutaybe a.g.e I, 7-20; Kandehlevi, a.g.e II, 606, 616; Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. s. Tuğ, İstanbul 1969; II, 315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 33-40 vd.).

b- Hz. Ömer'in halife seçilmesi

Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında müslümanlar kendisinden sonraki halife adayını belirlemek istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir, işi Ensâr ve Muhâcirlerin ileri gelenleri ile istişâre etmiş, onların, katılığından çekinmekle birlikte Hz. Ömer (r.a)'den başkasını bu makama layık görmediklerini anlamıştı. Kendisi de aynı görüşü paylaşıyordu. Hz. Osman (r.a)'ı çağırtıp bu konuyu yazı ile belgelemek istedi. Bazı kaynaklarda hafife adayının adım yazdırmadan bayıldığı ve Hz. Osman'ın müslümanların ihtilafını önlemek amacıyla Hz. Ömer'in adını yazdığı bildirilmektedir. Baygınlığı geçtikten sonra yazdığını okumasını Hz. Osman'dan isteyen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'in adının okunmasından memnun olmuş ve bu davranışını övmüştür. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i istihlaf etmeden önce de müslümanlara, kendileri için bir halife adayı belirlemesini isteyip istemediklerini sorunca, onlar bu konuda durumu en iyi kendisinin değerlendireceğini belirterek ondan aday belirlemesini istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir de onlara Hz. Ömer'i tavsiye etmiş idi.

Hz. Ebu Bekir, bu tavsiyesini yan ile de belgeledikten sonra, halkın toplanmasını emretti ve onlara şu sözleri söyledi:

"Sizin başınıza geçecek, size namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak birisinin varlığı kaçınılmazdır. Arzu ederseniz, toplanır, dilediğimizi seçer, başınıza getirirsiniz. Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım. Allah'a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan başka bir şey istemem."

Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi.

Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, yazdırmış olduğu mektubu onlara gönderip, orada adı yazılı olan kişiye bey'at edip etmeyeceklerini sordu. Onlar da mektupta adı yazılı olanın Ömer (r.a) olduğunu bildirdiklerini açıklayarak bey'atte bulundular (İbn Sa'd a.g.e., III, 199 v.d., İbnü'l-Esîr, a.g.e., IV,128-131; Şiblî Bütün Yönleriyle Hz. Ömer, I,117-8). Bundan sonra İslâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya temsilcileri aracılığıyla bey'atte bulundular.

Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz. Ebu Bekir bu işi Hz. Ömer'den başkasının başan ile yürütemeyeceğini anlamıştı. ileri gelen müslümanlar da aynı kanâati paylaşıyorlardı. Bununla birlikte onun kanaatlerinden faydalanmayı da ihmal etmek istemediler. Fakat herşeye rağmen Hz. Ebû Bekir'in aday göstermesi onlar için bağlayıcı değildi. Sahâbe bey'at edip etmemekte serbest idiler.

İslâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet başkanının, müslümanlara kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır.

c- Hz. Osman'ın Halife Seçilmesi

Hz. Osman (r.a)'ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde olmuştur.

1-Hz.Ömer'in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermeseni istediler. O da: "Eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha hayırh olan (Rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti. Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir) de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı. Bundân sonra:

"Bu işe, Rasûlullah'ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık kimse bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece sıralamıştır: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf (r. anhum).

Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı. Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak şartıyla, ensârın yaşlılarını; Hz. Hasan'ı, Abdullah b. Abbâs'ı ve kendi oğlu Abdullah'ı da aralarına almalarını istedi.

Hz. Ömer'in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûrâ heyeti, Abdurrahman b. Avf'ın ihtilâfı azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu şekilde kullandılar: Zübeyr, Hz. Ali'ye; Talha, Osman'a; Sa'd de Abdurrahman b. Avf'a, Bundan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ile Hz. Ali'ye "Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse seçme işini ona bırakalım" dedi. Hz. Ali ile Hz. Osman'ın sustuklarım gören Abdurruhman, onlara: "Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım" dedi. Onlar da: "Evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta Medîne'ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran Hz. Abdurrahman, umumî arzuyu anladı ve son olarak toplantısını yaptı. Bu toplantıda önce Hz. Ali'ye: "Yâ Ali, eğer ben seni emîr seçersem, İslâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer Osman'ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi. Sonra Hz. Osman'a da aynı sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, Hz. Osman'a: "Ey Osman, elini uzat" dedi ve ona bey'at etti. Hz. Ali de, bey'at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da bey'at etti (İbn Sa'd, a.g.e., III, 61-2; İbnü'l-Esîr, a.g.e, III, 34 vd; İbn Kuteybe, a.g.e.,. I, 26-30; Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IX, 360-I; Kandehlevî, II, 627-9; Şiblî, Asr-ı Saadet, V, 10-1; el-Mâverdî, a.g.e., 14).

d- Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi

Medine'de toplanan isyancılar arasından bir kaç kişi tarafından Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilmesi, İslâm Devleti'nin başkasının kalması sonucunu doğurmuştu. Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz. Ali'ye, bir kısmı Sahâbe'nin daha başka ileri gelenlerine, başkanlık için bey'at etmek üzere başvurmuşlar ve hepsinden red cevabı almışlardı. Bir çıkmaza düşen isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halîfe adayına bey'at edilmeyecek olursa Hz. Ali'yi bir kaç ileri gelen sahabî ile birlikte öldüreceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Sahâbenin ısrarı karşısında Hz. Ali, halifeliği kabul etmek zorunda kaldı.

İsyancıların halîfeliği kabul etmesi için Hz. Ali'ye başvurmalarının birinde, Hz. Ali onlara bu işe kendilerinin değil, Bedir Ashabı ile Şûrâ ehlinin yetkili olduğunu bildirdi.

Hz. Ali'ye çoğunluk bey'at etmekle birlikte, bey'at etmeyenler de vardı. Bu bey'at etmeyenler arasında sahâbeden olan kimseler de bulunuyordu. Hatta Şam halkı, başta Muâviye olmak üzere, toptan bey'at etmemişti. Böylelikle, Hz. Ali'nin halifeliği çoğunluğunun bey'atı ile gerçekleşmiş oluyordu (İbn Sa'd a.g.e, III, 31-2; İbnu'l-Esir a.g.e, III 98; İbn Kuteybe a.g.e, I, 47-52; Şiblî Asr-ı Saadet, V, 76; Ashâb-ı Kiram, I; 307).

Râşid halifelerin başa geçme şekilleri ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibârettir. Bu dört halife hakkında Hz. Peygamber'in övücü, değerlerini açıklayıcı pek çok hadîsi vardır (Meselâ bk: Buharî Fedâilu's sahabi n-Nebeviyye, 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe; Ebû Dâvûd, Sünne 8; Dârimî, Sünen, Rü'ya 13, vs.). Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu. Ondan sonra gelenler de -bazı fırkaların dışında- hepsi hakkında olumlu düşünür. Onları başa geçme şekillerinin meşrûluğu kadar, uygulamalarının da İslâm'ın özüne tam anlamıyla uygunluk gösterdiği açıkça kabul edilir. Bu nedenle Raşid Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle kaynak kabul edilmiştir. Bu arada Raşid halifelerin siyasî uygulamalarında da İslâm idare hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa kavuşturdukları şüphesizdir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz. Ali'nin şehîd edilmesiyle sona erer. Bu parlak dönem, müslümanların yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir. Aynı zamanda çağlar boyunca İslâm toplumlarının "boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir dönemdir. Çünkü bu çağın insanları "İnsanların yararına çıkartılmış, Allah'a inanmaları nedeniyle, iyilikleri emreden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan en hayırlı bir ümmetti" (Alu İmrân, 3/110).

Hz. Ali'nin başa geçmesine rağmen Şam valisi Muâviye b. Ebi Süfyan Hz. Osman'ın katillerinin bulunmasını ileri sürerek, ona bey'at etmekten kaçınmıştır. Mesele Hz. Ali'nin şehid edilmesi, sonradan Hz. Hasan'ın halîfelikten Muâviye lehine feragati üzerine, belirli bir süre için siyasî planda da olsa kapanmış oluyordu. Hz. Hasan, Muâviye'den sonra halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatte bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan'ın vefatıyla, Muâviye'nin kendisinden sonra oğlu Yezid'i veliahd tayin edip, onun için hayattayken bey'at alması, Râşid Halîfeler dönemine son vermiş oldu. Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik (krallık) almış oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu. Zaman zaman başa geçen bazı yöneticiler âdil uygulamalarda bulundular; Şeriât hükümlerinin dışına çıkmadılar. Bu arada İslâm'a aykırı bir sürü iş yapıldı. Devlet eliyle yapılan İslâm'a aykırı bu uygulamalar, zamanla arttı; bazan da azaldı. Fakat günahkârlıklarına rağmen bu yöneticiler, İslâm dışı bir düzeni arzulamış veya bütünüyle İslâm'a aykırı hükümler getirmiş değildirler.

İlk olarak halifeliğin tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe veya saltanata dönüşmesi, elbette ki İslâm'dan önemli bir sapmadır. Siyasî hayatta başlayan bu sapmalar artmış ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla İslâm toplumunun "özünün değişmesi" ile sonuçlanmıştır.

Şamil İA