Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak İslâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu
makamının adı.
İslam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle
"halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli
özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir.
Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak
demektir (İbn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye, I, 2).
Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (İbn
Hazm, el-Fisal, IV, 107). Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise
birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan kimsenin aciz olması sözkonusudur. veya halife
olarak tayin edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî,
el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s. 156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da
ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek
demektir.
İslâm hukukçuları "hilâfet" terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamına
kullanmışlardır. "Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini
korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (İbn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek
başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır. Bu makama
getirilene halife adı verilir.
Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz. Peygamber'e halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamber'in
halifesi'' demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle yetinilir.
Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre
terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm,
43; Müslim, Hacc, 425; İmâre, 61; Ebu Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, İstiâze,
43 vs).
Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri
yapandır" (el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler. Bunun caiz olmadığını
söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (r.a.)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade
etmediğini söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A. Şafak, s. 19; el-Ferra,
el-Ahkamû's-Sultaniyye, s. 27; İbn Haldun aynı yer; İbn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 44-5).
İlâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık
görülemez. "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır.
Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka birşey artırmaz. Kafirlerin
küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır, 35/39).
"Allah, içinizden iman edip de güzel amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel
gelenleri (kafirlerin yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak müşriklerin yerine
geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (İslâm'ı) herhalde payidar kılacak;
onların korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar bu güvenlik içinde bana ibadet etsinler
bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta
kendileridir" (en-nur, 24/55).
Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın
hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre
sapmamaktır. Kendisinde bu özellikler bulunmayan hiçbir yönetim "İslâmî" olma özelliği
kazanamaz; İslâmî kavramlarla nitelendirilemez.
Halifelik makamına geçen kimse için "halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır
ki, o da: "İmam"dır. İmam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, a.g.e., 24).
İmamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî,
Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M. E. Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad., 3. kısım; Elmalılı, I, 491).
Ancak bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma olduğu
da belirtilmiştir (el-Cürcânî a.g.e., aynı yer). Bu makamı işgal edene halîfe veya İmam
denmesinin nedenlerine gelince:
İlk halifenin Rasûlullah (s.a.s)'den sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme
hususunda onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini
temsil etmesi ve 'bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk.
el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri dolayısıyla, İslâm
devleti başkanına hafife adı verilir. Ona "İmam" denmesinin nedeni ise; İslâm devlet başkanının
namaz kıldıran imama benzetilmiş olmasındandır. İmamın arkasında namaz kılan cemaatin imama
uymaları nasıl bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi
gerekir. Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-İmâmetü'l-Kübrâ" veya "el-İmâmetü'l-Uzmâ" (büyük
imamlık) da denilir. Aslında İslâm devlet başkanım belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu
yoktur. Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların yitirilmesi
önemlidir.
İslâm yönetimini kastederek "hilâfet" ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de
kullanıldığını görmek mümkündür.
Meliklik genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır. Bu nedenle
İslâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir. Bu anlamıyla meliklik, İsrailoğullarının
yönetimlerinde görülmüştür. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden anlamaktayız. (bk.
el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35)... (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için
bak. İbn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV. 33 vd.).
İslâm yönetim düzeni, yeryüzünde Rasûlullah (s.a.s)'in önderliğinde gerçekleşmeye başladığı
dönemlerde dünyada var olan diğer siyasal düzenler "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi. Bu
düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak ve insanları baskı altında tutmak ve tahakküm
ilkelerine dayanıyordu.
Bu tür yönetimlere ve onların politikalarına en açık iki örnek, biri İslâm'ın doğduğu yer olan
Arap yarımadasının kuzeydoğusunda yer alan Iran imparatorluğu; diğeri ise kuzeybatısında bulunan
Bizans imparatorluğu idi. Müslümanlar bu iki düzeni tanımlamak için o dönemlerde İran rejimi
hakkında "kisraviyye" yani kisralar düzeni; Bizans rejimi hakkında da "Kayseriyye" yani
"Kayserler düzeni" terimlerini kullanıyorlardı.
Aynı şekilde her iki düzeni tanımlamak amacıyla "mülk" kavramı da kullanılırdı. Bununla da
anlatılmak istenen bir tek kişinin mukeddaratına egemen olduğu mutlak ve istibdada dayalı
yönetimlerin düzenlemeleri, idi. Bu kişi ülkeyi kişisel arzu ve heveslerine göre yönetir ve
iradesinin üstünde herhangi bir kanun veya otorite kabul etmez ve tanımazdı.
Özellikle ilk müslümanlar, böyle bir yönetim biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine
sindiremezlerdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi kişileri örnek
göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi; "Şüphesiz, melikler bir itlkeye girdiklerinde oraya
ifsâd ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelîl ederler. (Evet) onlar böyle yaparlar..."
(en-Neml, 27/34) ayetiyle de genel olarak melikler hakkındaki olumsuz hükmünü belirtmektedir.
Kur'ân-ı Kerim melikî yönetimlerin temelinin zulme dayalı olduğunu befirtir ve bazı, zâlim
meliklerden de söz eder:
"Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı" (el-kehf, 18/79).
Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim, Kisraların, Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık
bir dille eleştirmekte ve reddetmektedir. Bu ruh ile yetişen ilk müslüman nesil bu tür yönetim
şekillerine karşı oldukça hassas idi; onlar İslâmî yönetimin melikliğe dönüşmemesi için büyük
bir özen gösteriyorlardı. (bk. M. Ziyauddin er-Reyyis, en-Nazariyyatu's-Siyasiyyeti'l-İslâmiyye,
Kahire 1979, s. 114 vd.).
Hz. Ömer (r.a) bir gün Selmân (r.a)'a: "Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar. Selmân da:
"Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan bir
yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der. Haksız tasarrufları yanında melikin
insanları zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz. Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd
olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (İbn Sa'd, Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, a.g.e., I,
13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632). Abdullah b. Ömer (r.a) de ümmetin topluca
bey'at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarih
Tercümesi, VII,175).
Hilafet ile saltanat arasındaki farka gelince: Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife
müslümanların istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer
yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir.
İbn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını söyler ve İslâm'ın soya dayanan saltanatı
tanımadığını şöyle belirtir: "Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını
Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin İmam
olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler" (İbn Hazm, el-Fisal, IV,
166'dan nakleden M. Ebu Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi, IV, 73).
Buna göre halîfelik, her türlü tasarruf ve adalet ölçüleri içerisinde yapılmalıdır; Meliklik öyle
değildir. Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise şûra (seçim) ile
gelinir.
Hz. Peygamber (s.a.s), halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların
meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların yaşanacağını anlatmıştır (Ebû Dâvûd, Cihâd,
35). Anlaşılan Hz. Peygamber (s.a.s) bu hadisle Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında başlayan
ve Muaviye'nin başa geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret etmektedir.
Hilâfet Türleri
Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda
bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yani bütün insanlar ilk planda
Allah'a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak unun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü
tutulmuşlardır. İnsanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda bulunması demektir. Bu
uygulamada Allah'ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, halifeciğini ifa ederken bu ölçünün
dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde kendi adına
uygulamalarda bulunmak üzere "halife" olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik
vermiş değildir. İnsan için birtakım sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması istenmiştir.
El-Bakara suresinin hemen ilk ayetlerinde (Ayet 30 vd.), Allah'ın yeryüzünde halife yaratmak
istediğini meleklere bildirdiği anlatılıyor. Yeryüzünde halife kılınan, Hz. Adem (a.s)'dir;
dolayısıyla da onun suyundan gelecek bütün insanlardır. Halife kılınan bu ilk insan ve eşi
için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur (el-Bakara, 2/35). Bu sınırlamalara uymak,
insanın bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır (el-Bakara, 2/38). Bu ölçülerin dışına
taşanlar ise ateş azabına düşmekle tehdit edilir. Diğer bir deyişle; insanlardan istenen,
halifelik makamının gereklerini yerine getirmeleridir. Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu
sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur.
Bu anlamda bütün insanlar Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir. Tüm insanların
bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına "umûmi hilâfet" diyoruz. Adem'in soyundan gelen
herkes bunun kapsamı içerisindedir. İnsan halîfeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu
"emanet"in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını getirmekle" tehdit ediyor.
Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine
getirenler kalabiliyor. Yalnızca bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de "hususi hilafet"
adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve Allah'ın
halifeliği onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. İşte Allah'ın "Halife yapacağına ve onları
yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler" (en-Nur, 24/55). Onun dinini
yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları "tağut"ların tasallutundan kurtarma savaşını
sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun, hilâfet, "Allah'ın dinini hâkim kılmak" özünü taşır.
Bu öz, onun sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilatlanmasıyla siyâsî
bir görünüm kazanır.
Allah, Hz. Davud'a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona: "İnsanlar
arasında hak ile (Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi" (Sad, 38/260)'de emretmiştir. Hz.
İbrahim de kendisinin insanlara İmam kılındığı haberini Allah'tan alınca, soyundan
geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise "Bu ahdinin zalimler hakkında
sözkonusu olmayacağını" (el-Bakara, 2/214). bildirmiştir.
O halde halifelik, Allah'ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması
demektir. Bütün insanlar bununla görevlidirler. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha
doğrusu bu makamdan düşmek istenmeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür
toplumun en yüksek temsilcisi ise, Allah'ın yeryüzündeki halifelerinin kendi hür
iradeleriyle seçtikleri "halife"dir. Halife bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır.
Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur'an'ın emirleri arasındadır (en-Nisa, 4/58).
Halifenin Belirlenmesi
Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet
başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk
İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer
taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de
söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı
farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir
süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları
Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş
ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur.
Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)'ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe
yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu
yapılmıştır. Bu tartışmalar, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi vasiyet ettiği iddiasıyla
başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, İslâm dünyasında yayılmasına neden
olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış
pek çok fikirler ortaya atılmıştır.
Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç
bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça
ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî,
Vesaya, 2; İbn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-İmame ve's-Siyâse, I, 6).
Sahabiler söz birliği halinde böyle bir tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü öyle
birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin dışına çıkıp önceleri Ensar'ın, Sa'd b. Ubâde'yi seçmek
istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliğinde karar kılmaları
mümkün olmazdı. Böyle bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz. Peygamber'in
emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bu ise
imkansızdır.
İmamın özelliklerinin en çok Hz. Ali'de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir
ihtimalle Hz. Peygamber'in Hz. Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz.
Peygamber'in pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir husustur. Bu tür
hadislerin hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu tür
hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine
alacak şekilde genişletmek doğru olmaz. Hadislerin maksatlarına ters düşer (Müslimin
Fedâilu's-Sahâbe 31'de zikrettiği ve Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye "Sen bana Harun'un Musa ya
yakınlığı kadar yakınsın" hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına gelemeyeceğine
dair açıklamalar için bk. İbn Hazm, el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268;
Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 363).
a- Hz. Ebu Bekir'in Halife Seçilmesi
Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Sahabiler arasındaki yeri son derece üstündü. Sahabilerin kendileri
bile aralarında en faziletli kişinin Hz. Ebu Bekir olduğunu çeşitli vesilelerle ifade
etmişlerdir. İbn Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında Hz. Ebu Bekir'i bütün
sahabilerden üstün gördüklerini ifade ediyor (Buhârî, Fedâilu's- Ashâbi'n-Nebiyy, 4). Bunda
da onun Hz. Peygambere olan yakınlığı, İslâm için yapmış olduğu fedakârlıklar ve üstün
meziyetleri rol oynamıştır.
Hz. Ebu Bekir'in üstünlüğünü ortaya koyan pek çok hadis tesbit etmek mümkündür (bk. Buhârî,
el-Amel fî's-Salah, 3, 6; Ezan 38, 46, 47, 68, 70; Salat 80; Fedailu's-Ashabi'n-Nebiyy, 3,
5, 6; Sehiv 9; Sulh 1; Müslim Fedailu's-Sahabe, 10; Ebu Davut, Sünne,11; Tirmizî,
Menâkıb,14, 16,17; Nesâî, İmâmet, l, 7,15; Kudât 24; İbn Mace, İkame 142).
Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Bekir'e karşı işaret edilen tavrı ve onun hakkındaki
sözlerini onun halîfe olması gerektiğine dairen azından- bir işâret olarak kabul etmişlerdi.
Bunda da her bakımdan elbette ki haklı idiler. Çünkü Hz. Peygamberin halifesi olmak için
gereken her türlü nitelikler, öncelikle onda toplanmış bulunuyordu. Müslümanlar için ondan
daha hayırlı bir halife adayı bulunamazdı. Rasûlullah şöyle buyurmuştu; "Siz şu emirlik
(devlet başkanlığı) hususunda insanların en hayırlılarını, emir olmazdan evvel emir olmayı
pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 216,
1421-2). Hz. Ebu Bekir de halife olduktan sonra: "emirliği hiçbir zaman düşünmediğini,
Allah'tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkca söylemiştir (İbn
Kuteybe, a.g.e., I, 19; Kandehlevî, a.g.e., II, 614).
Rasûlullah'ın vefatından hemen sonra Ensâr, Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve
Sa'd b. Ubâde'yi halife seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar arasında da görüş
ayrılığı bulunuyordu. Bu konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde ile
berâber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir söz alarak, Kur'ân'da Ensâr kadar muhâcirûn'dan da övgüyle
söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların kureyşten başkalarına itaat
etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu Ubeyde ile Ömer'den birisine bey'at edilmesini
istediyse de, ikisi de bu teklifi reddettiler ve bu işe Hz. Ebu Bekir'in seçilmesi
gerektiğini bildirdiler. Başta Beşir b. Sa'd, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer (r.a) olmak üzere hazır
bulunanların tümü ona bey'at ettiler. O anda bey'at etmeyen Sa'd b. Ubade ve hazır
bulunmayan Hz. Ali ile diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey'at ettiler. Böylece
Hz. Ebu Bekir aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi
ve yerine başka birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin
halifeliğinde ısrar ettiler. Böylelikle Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliği kesinleşmiş oldu.
(İbn Sa'd Tabakat, III, 178 vd.; İbnü'l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; İbn
Kutaybe a.g.e I, 7-20; Kandehlevi, a.g.e II, 606, 616; Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. s.
Tuğ, İstanbul 1969; II, 315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 33-40
vd.).
b- Hz. Ömer'in halife seçilmesi
Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında müslümanlar kendisinden
sonraki halife adayını belirlemek istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir, işi Ensâr ve Muhâcirlerin
ileri gelenleri ile istişâre etmiş, onların, katılığından çekinmekle birlikte Hz. Ömer
(r.a)'den başkasını bu makama layık görmediklerini anlamıştı. Kendisi de aynı görüşü
paylaşıyordu. Hz. Osman (r.a)'ı çağırtıp bu konuyu yazı ile belgelemek istedi. Bazı
kaynaklarda hafife adayının adım yazdırmadan bayıldığı ve Hz. Osman'ın müslümanların
ihtilafını önlemek amacıyla Hz. Ömer'in adını yazdığı bildirilmektedir. Baygınlığı geçtikten
sonra yazdığını okumasını Hz. Osman'dan isteyen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'in adının
okunmasından memnun olmuş ve bu davranışını övmüştür. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i istihlaf
etmeden önce de müslümanlara, kendileri için bir halife adayı belirlemesini isteyip
istemediklerini sorunca, onlar bu konuda durumu en iyi kendisinin değerlendireceğini
belirterek ondan aday belirlemesini istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir de onlara Hz. Ömer'i tavsiye
etmiş idi.
Hz. Ebu Bekir, bu tavsiyesini yan ile de belgeledikten sonra, halkın toplanmasını emretti ve
onlara şu sözleri söyledi:
"Sizin başınıza geçecek, size namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak birisinin varlığı
kaçınılmazdır. Arzu ederseniz, toplanır, dilediğimizi seçer, başınıza getirirsiniz.
Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım. Allah'a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan
başka bir şey istemem."
Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi.
Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, yazdırmış olduğu mektubu onlara gönderip, orada adı yazılı olan
kişiye bey'at edip etmeyeceklerini sordu. Onlar da mektupta adı yazılı olanın Ömer (r.a)
olduğunu bildirdiklerini açıklayarak bey'atte bulundular (İbn Sa'd a.g.e., III, 199 v.d.,
İbnü'l-Esîr, a.g.e., IV,128-131; Şiblî Bütün Yönleriyle Hz. Ömer, I,117-8). Bundan sonra
İslâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya temsilcileri aracılığıyla bey'atte bulundular.
Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz. Ebu Bekir bu işi Hz. Ömer'den başkasının başan ile
yürütemeyeceğini anlamıştı. ileri gelen müslümanlar da aynı kanâati paylaşıyorlardı. Bununla
birlikte onun kanaatlerinden faydalanmayı da ihmal etmek istemediler. Fakat herşeye rağmen
Hz. Ebû Bekir'in aday göstermesi onlar için bağlayıcı değildi. Sahâbe bey'at edip etmemekte
serbest idiler.
İslâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet
başkanının, müslümanlara kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır.
c- Hz. Osman'ın Halife Seçilmesi
Hz. Osman (r.a)'ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde
olmuştur.
1-Hz.Ömer'in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe
adayı göstermeseni istediler. O da: "Eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha hayırh
olan (Rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti. Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir)
de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı. Bundân sonra:
"Bu işe, Rasûlullah'ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık kimse
bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece sıralamıştır: Ali, Osman, Zübeyr, Talha,
Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf (r. anhum).
Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre
tanıdı. Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak şartıyla, ensârın yaşlılarını;
Hz. Hasan'ı, Abdullah b. Abbâs'ı ve kendi oğlu Abdullah'ı da aralarına almalarını istedi.
Hz. Ömer'in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûrâ heyeti, Abdurrahman b. Avf'ın ihtilâfı
azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu şekilde
kullandılar: Zübeyr, Hz. Ali'ye; Talha, Osman'a; Sa'd de Abdurrahman b. Avf'a, Bundan sonra
Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ile Hz. Ali'ye "Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse
seçme işini ona bırakalım" dedi. Hz. Ali ile Hz. Osman'ın sustuklarım gören Abdurruhman,
onlara: "Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik
etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım"
dedi. Onlar da: "Evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta
Medîne'ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran Hz. Abdurrahman, umumî arzuyu
anladı ve son olarak toplantısını yaptı. Bu toplantıda önce Hz. Ali'ye: "Yâ Ali, eğer ben
seni emîr seçersem, İslâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer Osman'ı seçersem,
muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi. Sonra Hz. Osman'a da aynı
sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, Hz. Osman'a: "Ey
Osman, elini uzat" dedi ve ona bey'at etti. Hz. Ali de, bey'at ettikten sonra kapılar açıldı
ve halk da bey'at etti (İbn Sa'd, a.g.e., III, 61-2; İbnü'l-Esîr, a.g.e, III, 34 vd; İbn
Kuteybe, a.g.e.,. I, 26-30; Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IX, 360-I; Kandehlevî, II, 627-9;
Şiblî, Asr-ı Saadet, V, 10-1; el-Mâverdî, a.g.e., 14).
d- Hz. Ali'nin Halife Seçilmesi
Medine'de toplanan isyancılar arasından bir kaç kişi tarafından Hz. Osman (r.a)'ın şehid
edilmesi, İslâm Devleti'nin başkasının kalması sonucunu doğurmuştu. Hz. Osman (r.a)'ın şehid
edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz. Ali'ye, bir kısmı Sahâbe'nin daha başka ileri
gelenlerine, başkanlık için bey'at etmek üzere başvurmuşlar ve hepsinden red cevabı
almışlardı. Bir çıkmaza düşen isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halîfe
adayına bey'at edilmeyecek olursa Hz. Ali'yi bir kaç ileri gelen sahabî ile birlikte
öldüreceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Sahâbenin ısrarı karşısında Hz. Ali, halifeliği
kabul etmek zorunda kaldı.
İsyancıların halîfeliği kabul etmesi için Hz. Ali'ye başvurmalarının birinde, Hz. Ali onlara
bu işe kendilerinin değil, Bedir Ashabı ile Şûrâ ehlinin yetkili olduğunu bildirdi.
Hz. Ali'ye çoğunluk bey'at etmekle birlikte, bey'at etmeyenler de vardı. Bu bey'at etmeyenler
arasında sahâbeden olan kimseler de bulunuyordu. Hatta Şam halkı, başta Muâviye olmak üzere,
toptan bey'at etmemişti. Böylelikle, Hz. Ali'nin halifeliği çoğunluğunun bey'atı ile
gerçekleşmiş oluyordu (İbn Sa'd a.g.e, III, 31-2; İbnu'l-Esir a.g.e, III 98; İbn Kuteybe
a.g.e, I, 47-52; Şiblî Asr-ı Saadet, V, 76; Ashâb-ı Kiram, I; 307).
Râşid halifelerin başa geçme şekilleri ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibârettir. Bu
dört halife hakkında Hz. Peygamber'in övücü, değerlerini açıklayıcı pek çok hadîsi vardır
(Meselâ bk: Buharî Fedâilu's sahabi n-Nebeviyye, 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe; Ebû
Dâvûd, Sünne 8; Dârimî, Sünen, Rü'ya 13, vs.). Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu. Ondan
sonra gelenler de -bazı fırkaların dışında- hepsi hakkında olumlu düşünür. Onları başa geçme
şekillerinin meşrûluğu kadar, uygulamalarının da İslâm'ın özüne tam anlamıyla uygunluk
gösterdiği açıkça kabul edilir. Bu nedenle Raşid Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle
kaynak kabul edilmiştir. Bu arada Raşid halifelerin siyasî uygulamalarında da İslâm idare
hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa kavuşturdukları şüphesizdir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz. Ali'nin şehîd edilmesiyle sona
erer. Bu parlak dönem, müslümanların yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir. Aynı
zamanda çağlar boyunca İslâm toplumlarının "boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir
dönemdir. Çünkü bu çağın insanları "İnsanların yararına çıkartılmış, Allah'a inanmaları
nedeniyle, iyilikleri emreden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan en hayırlı bir ümmetti"
(Alu İmrân, 3/110).
Hz. Ali'nin başa geçmesine rağmen Şam valisi Muâviye b. Ebi Süfyan Hz. Osman'ın katillerinin
bulunmasını ileri sürerek, ona bey'at etmekten kaçınmıştır. Mesele Hz. Ali'nin şehid
edilmesi, sonradan Hz. Hasan'ın halîfelikten Muâviye lehine feragati üzerine, belirli bir
süre için siyasî planda da olsa kapanmış oluyordu. Hz. Hasan, Muâviye'den sonra halîfeliğe
kendisi geçmek şartıyla feragatte bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan'ın vefatıyla,
Muâviye'nin kendisinden sonra oğlu Yezid'i veliahd tayin edip, onun için hayattayken bey'at
alması, Râşid Halîfeler dönemine son vermiş oldu. Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik
(krallık) almış oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı
belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu. Zaman zaman başa geçen bazı yöneticiler âdil
uygulamalarda bulundular; Şeriât hükümlerinin dışına çıkmadılar. Bu arada İslâm'a aykırı bir
sürü iş yapıldı. Devlet eliyle yapılan İslâm'a aykırı bu uygulamalar, zamanla arttı; bazan
da azaldı. Fakat günahkârlıklarına rağmen bu yöneticiler, İslâm dışı bir düzeni arzulamış
veya bütünüyle İslâm'a aykırı hükümler getirmiş değildirler.
İlk olarak halifeliğin tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe veya saltanata
dönüşmesi, elbette ki İslâm'dan önemli bir sapmadır. Siyasî hayatta başlayan bu sapmalar
artmış ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla İslâm toplumunun "özünün
değişmesi" ile sonuçlanmıştır.
Şamil İA