Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi litaratüründe bu terim, genellikle
"Kaza ve Kader" şeklinde geçer. Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı
hadislerde, "Kadere İman", Hayrı ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa bir
arada kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve
Kaza" diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde ve farklı
anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir.
Önemli olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği
kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman
etmektir. Çünkü İslâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun
olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır. Ancak kader konusu kelâm
âlimleri ve İslâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebeb
olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "İlâhî bir sır" olarak kabul
edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak
görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve
kadere iman" etmeyi de gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı
gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin"
sıfatına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve
İslâm inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz (s.a.s)'in meşhur
"Cibril Hadisi" de, nakli delil sayılarak "Kaza ve Kadere İman" ayrıca belirtilmiş ve "İman
Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir. Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle
beraber (Buharî, el-kader; Müslim, el-iman) bir çok âyet-i kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi
olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği olarak yaratıldığına
işaret olunmuştur. Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik
anlamları ile, Mâturîdilere ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:
"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir
ölçüye göre yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir. Rağıb
el-İsfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir (el-Müfredad,
s.403). Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür. Nitekim
her şey "ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Mesela: buğday tohumu
veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin
edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey
yetişmez. Her nebatın her ağacın veya hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve
ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan
"İlâhî bir ölçü, İlâhî bir kanun" dur.
Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir. "Şüphesiz biz, her şeyi(n
mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık" (el-Kamer, 54/49) âyetinde
mastar; "...(Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini
takdir ve tayin etmiştir" (el-Furkan, 25/2). Yani, yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini,
yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab olacağını ezelde tayin ve
tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır.
"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun sözle
veya hareketle tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır.
Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak
kullanılmıştır (Fussilet 41/2, Taha, 20/72 Meryem, 19/21). Yerine ve manaya göre; "emir, hüküm,
ilan, beyan" ve özellikle "yaratma" manalarına gelir. "Rabb'in, yalnız kendisine ibadet etmenizi
"kaza etti"emretti (öyle hükmetti)"(el-İsra, 17/23). Kaza kelimesi "emir ve hüküm" manasınadır.
Emir ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır. "Bunun üzerine onları (Allah c.c) yedi gök
olmak üzere iki günde yaratır (kaza etti) " (Fussilet,41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk
etmek) anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları
ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Kaza kelimesi özet
olarak; "herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine
göre bazen değişebilmektedir (fazla bilgi için bk. Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'!-Kader,
s.147-151).
Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve
Mâturîdî âlimlerine göre birbirinden farklı ve değişiktir.
Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak
şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet
ve şekilde takdir ve tahdid etmesidir. "Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade"
sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına iman, kadere imanı da
gerektirmektedir.
Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı
gelince, ilim, irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir. Bu bakımdan
kaza, maturîdîlere göre ayrı bir kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına
girer.
Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader,
bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir,
aynen uygulamaktır. Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar. Kadere böyle
inanılması gerekir.
Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek şeylerin
hepsini nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve ezeli
ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır."
Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği
(dilediği) şekil ve vasıfta yaratmasıdır."
Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (c.c)'ın ilim ve
irade sıfatlarına; kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci
taallukunun eseridir. Çünkü Eş'arîlere göre Hak Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı
bulunmamaktadır. Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan daha şumüllü ve geneldir.
Ayrıca, Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına daha
uygundur. Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her
şey, Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir. Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete
uygun olarak var veya yok olur. Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir. Her şeyde ve
her yerde kader, yani onu vücuda getiren vasıf ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur. Bunlar
ezelî olan Allah'ın ilmine ve iradesine bağlıdır. Bu sebeplerin birleşme veya ayrılmasından
ortaya çıkan olay ve eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir. Hak Teâlâ'nın kader ve
kazasında ilahi hikmetler vardır. Çünkü Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır.
Bu esasa göre Hak Teâlâ kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre
yönetmektedir. O halde kainatta meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar,
gayesiz olarak rastgele ortaya çıkmamaktadır. Belki her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak
iradesi ve sonsuz kudreti ile ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak yaratılmaktadır.
"Fâil-i Muhtar" olan Allah (c.c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların
vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır.
Bu gerçeklere şu âyetler delâlet etmektedir. "(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde
herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın.
Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır" (el-Hadid, 57/22). "De ki; Allah'ın bizim için yazdığından
başka bir şey bize isabet etmez" (et-Tevbe 9/51). Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz" da yazılı olan
kaderine daima uygun olarak tecelli eder. Kadere halk arasında "alın yazısı" da denmektedir.
Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan günahları mazur
göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz. Kaza ve
kaderin birbirine aykırı düşmesi imkansızdır. Aksi halde kâinatın mizan ve düzeni bozulur,
varlıklar âlemi devam edemezdi. Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki canlı cansız
varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan varlığını koruyamaz.
Kaza ve Kader, İman Esaslarından mıdır?
Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda kısaca işaret
olunduğu üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman
etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir. Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade"
sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir. Yani, "kaza ve kader
akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir
neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr
etmek demektir. Bu yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman İslâm'da iman
esaslarından sayılmış ve altıncı esas olarak
"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır. Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen
(bk. Kitâbu'l İman, Kitâbu'l-Kader) Hz. Ömer (r.a)'in Rasûlullah (s.a.s)'den naklettiği
meşhur "Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen tasrih edilmiştir.
Rivayete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen
Cebrâil (a.s), "İman, İslâm ve İhsan"ın manasını Peygamber (s.a.s)'e sormuş ve her sualin
sonunda, (Sadakte) diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. "İman nedir?" sorusuna Rasulullah
(s.a.s): "İman; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe
inanmaktır (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir" buyurmuşlardır.
"Bu konudaki hadisler 'ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder. Zannî
deliller akaid ve iman konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez. Çünkü bu hadislerin
delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden âyetlerle te'kid edilmiştir. Bu durumda zannî
deliller de kesinleşir. Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti kerimelerde her şeyin
ilâhî takdire tabi olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine
işaret buyrulmuştur (Âlu İmran, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, e!Mâide, 5/77, el-En'am, 6/86-88,
et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/60, el-İsrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21,
Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/49, el-Hadid, 57/22). Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman
esaslarını birarada zikreden (el-Bakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) gibi âyetlerde ayrıca
sayılmamıştır. Peygamberimiz (s.a.s)'in vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve
"hayır ve şer" etrafında yapılan bazı tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de
Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile olduğuna" inanmanın "iman esaslarından olduğu,
Peygamberimiz (s.a.s) tarafından beyan edilmiştir. Kendi aklı ve şahsi kanaati ile değil,
daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah (en-Necm,
53/3-4) Cibril hadisiyle bildirdiği iman esasları, zamanla tevatür derecesine ulaştığını
ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla kabul etmiş ve bu hususu eserlerinde
zikretmişlerdir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kada ve'l-Kader
Fi'l-İslam, Beyrut 1986, III, s. 5-6; Ali Arslan Aydın: İslam da İman ve Esasları, İstanbul
1982, s.394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s.225-227). Kaza ve
kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile ilgisine kaza ve kadere iman konusunun
meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların ihtiyârî fiillerinin
yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "İnsanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi
hususlara gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir
şekilde açıklamışlardır:
İnsan İradesi-İhtiyârî Fiilleri ve Sorumluluk
Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki
canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan,
Rabb'ini bilmek ve O'na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için
de yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu
diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi
değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok
işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. İnsana bu sınırlı
kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz
kemal sahibi olan Allah Teâlâ'dır. Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak
değildir. Allah'ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan,
iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara
ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz'î
iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa yöneltmekte serbesttir.
Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir
varlıktır. O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde
ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi
ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza
görecektir., Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya
karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu
yüklenmiştir. İşte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine
sahip olmalarından dolayı mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına
göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar. Aksi halde insanlar mükellef ve
yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar. Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını
kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye
düşünürse, cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların
yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş
olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez.-Zümer, 39/62) âyetine uyarak,
Hak Teâlâ'nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun
ihtiyari fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir.
İkincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) İhtiyari Fiillerinden
sorumludur. Yani Allah'ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu,
teklif ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın
sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna götürebilir. Bu sonuç ise,
birinci esasa aykırı düşer.
İşte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan
aklını tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin
doğmasına neden olmuştur. O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef'âli ihtiyariye" diye
anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ'nın
fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat
işleyen kul mudur? meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan
"Cehmiyye" adıyla da anılır.
2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu'tezile" mezhebi.
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.
4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş'ariyye" mezhebidir.
İlk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve
"mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl
mezheplerdir.
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet
görüşünü temsil ederler.
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek,
kulun daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor.
Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta
cansız bir varlık seviyesine indiriyor. İslâm'ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık
görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.
Kaderiyye ve Mu'tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye'nin mutlak cebir fikrinin tam aksini
savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî
fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece Allahu Teâlâ'ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid
akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar.
Yaratma ve Kesb Teorisi
İslâm nazarında insan, yaratılanların en şereflisi ise de, her yaratık gibi noksan ve
sınırlıdır. Çünkü mutlak kemal Allah'a mahsustur. O halde iman, mutlak kudret, mutlak irade
ve ihtiyar sahibi, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat yaratıcısı olamaz. Çünkü hâlikiyet
(yaratıcılık), Allah (c.c)'a mahsus olan çok yüce bir sıfat, çok yüksek bir derecedir. Fakat
insan hayvanlarda olduğu gibi- irade ve ihtiyardan, seçme gücü ve isteme yeteneğinden
tamamen mahrum bir varlık da değildir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki insan, bazı işleri
dilerse yapıyor, dilerse yapmıyor. O halde insanın kendine mahsus cüz-i bir kudreti, cüz-i
bir irade ve seçme gücü vardır. Bu sebepledir ki; mükelleftir, yaptığı iyi ve faydalı, kötü
ve zararlı bütün işlerden sorumludur. Öyle ise, kendi iradesiyle yaptığı işlerden bu
sorumluluğu gerçekleştiren bir payı almalıdır. Aksi halde mükellef ve sorumlu olamaz. Fakat
insana böyle bir pay ayırır ve üstünlük tanırken, onun yaratılan bir kul olduğunu unutarak,
yegane yaratıcı Hâlık olan Hak Teâlâ'ya her hangi bir yönden onu benzetmemeli ve yaratıcı
Rab derecesine çıkarmamalıdır. Bu iki ana esas birbirine karıştırılmaz, aradaki sınır iyi
bilinirse, çok muğlak olan kader meselesi az çok kavranmış olur. Gücü ve imkânı sınırlı olan
insan aklı böyle ilâhî bir sırrı tam olarak çözemez. Ancak bu büyük sırrı anlamaya ve
esasını kavramaya çalışır.
Eş'arilere Göre Yaratma ve Kesb Teorisi
Yukarıda belirtilen iki ana esası benimseyen Eş'arilere göre; kul kendi iradesiyle yaptığı
işlerde mecbur değil, muhtardır. Yani kendine mahsus irade ve kudreti vardır; yaptığı
ihtiyarî fiillerin sahibi ve mahallidir. Fakat kulun kudreti, yaptığı işler üzerinde müessir
(etkili) değildir. Çünkü Allahu Teâlâ ortağı olmayan tek ve yegane Hâlık'tır. Kudreti tamdır
ve her şeyi yaratma gücüne sahiptir. O halde; her şeyin ve insanların, mide, ciğer ve kalb
çalışmaları ve uyumak, hazmelmek gibi ızdırarî (irade dışı, zorunlu) fiillerinin yaratıcısı
Hak Teâlâ olduğu gibi, kulun yaptığı iradî ve ihtiyarî fiillerinin de Hâlıkı
Allah(c.c.)'dir. Zira imam Eş'ariye göre: "Bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet ictima
edemez" bu kural gereğince, kulun iradi fiilleri üzerinde tek mücasir kuvvet Hâk Teâlâ'dır.
O halde kulun kudretinin yaratmada, ikinci bir kuvvet olarak bir tesiri yoktur. Ancak Hâk
Teâlâ, ilahî kanunu icabı olarak, o fiili, kulun azim ve tasmimi (ısrarlı isteği) bulunduğu
anda yaratır. Bu azim ve kesin istek, kulun iradesini o şeye yöneltmesiyle o işi kesb etmesi
feklinde ortaya çıkar. O halde kul yaratıcı hâlık değil, o işi kazanan kâsibdir. Yaratmada
bir payı yoktur. Tek Hâlık, tek yaratıcı iail Allah (c.c)dir. İnsanın kazandığı fiile tesir
eden kudret ona Allah (c.c) tarafından verilmektedir. Kulun kudretinde olan şey Allah'ın da
kudreti altındadır. Bu açıdan bakılınca mülkiyette olduğu gibi bir ortaklık durumu yoktur
(el-Eş'ari, Kitabu'l-Luma', s.72). Kulun kesb ettiği bu gibi fiillerle olan alakası, o
fiilin mahalli ve sahibi olmaktan ibarettir. Çünkü her fiil, o fiilin mahalline isnad
edilir. Mesela güzellik onu yaratana değil, onunla vasıflanan şahsa isnad edilir. O halde,
Allah Hâlık, kul kâsibdir, yani yaratma Allah'a mahsustur, kesb ise kula aiddir. Eş'arilerin
"Halk ve kesbt' teorisinin özeti budur. İşte Eş'arîler "teklif ve sorumluluk" esası ile
"Allah'ın yegane yaratıcı" olduğu esasını böylece bağdaştırarak Cebriyye, Kaderiyye ve
Mu'tezilenin düştüğü hataya düşmemişlerdir. Ancak kulun kudreti olup ta, fiillerin üzerinde
belirli bir tesiri olmaması ve kesb teorisi üzerinde çok tartışıları anlaşılması güç bir
konudur. Öyle ki, "Akla min kesbi'l-Eş'ari" Eş'ari'nin kesbi kadar dakik ve muğlak tabiri
arapçada darbı mesel olarak görmüştür. Bazı âlimlerce, cebir fikrine yakın görünen Eş'ariye
Mezhebi, "Cebr-i Mutavassıt" diye de anılır. Nitekim bazı Eş'arîlerin "insan muhtar (İrade
sahibi suretinde) muzdar (mücber, mecbur) dur" sözü, insandaki irade serbestisi sadece
surette kalmaktadır. Gerçekte ise hakim ve müessir olan, sadece Allah'ın küllî ve mutlak
iradesidir.
Maturîdilere Göre insan İradesi, Kesb ve Halk
İslâm düşünce tarihi ve Kelâm ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği gibi insanın irade ve
kudreti, ihtiyarı fiilleri üzerindeki tesirleri, yaratma ve kesb teorisi, kulun yaptığı iyi
veya kötü işlerinden sorumlu olduğu, başka bir deyimle "teklif ve sorumluluk" ile "Allah'ın
tek yaratıcı" olduğu gibi konularda, ayrıca kaza-kadere iman, hayrın ve şerrin Allahu
Teâlâ'nın İlmi, iradesi ve kudreti ile yaratıldığı hususunda, Maturîdiler, Eş'arîlerle
genellikle aynı görüşleri paylaşmaktadırlar.
Maturidilere göre "Kesb" azm-i musammem "yani" kesin ve değişmez bir karar ve irade
yönelmesi"dir. imam Mâturidî "Halk" ve "kesbi" kelimelerini beraber mütalâa ederek, hu
terime şöyle açıklık getirir: "Allah (c.c) fiilleri oldukları gibi (hakikatleri ıle)
yaratmakta, onları 'yokluk'tan 'varlık' sahasına çıkarmaktadır. İnsanlar da o fiilleri kendi
iradeleri ile Kesbettikleri (işleyerek elde ettikleri) ölçüde o fiillere sahip olurlar
(Kitabu't Tevhid, Nşr. Fethullah Huleyf, Beyrut 1970, s. 226), Mâtûridî "Kesb" hakkında
genel bir değerlendirme yaptıktan sonra fiil ile kesbin âidiyeti hususunda şöyle diyor:
"fiil aslında "kesb" yönünden insana, "Halk" yönünden de Allah'a aittir': Kulun ihtiyari
fiiline "halk" değil "kesb') Allahu Teâlâ'nın fiiline ise "kesb" değil "halk" denilmekte,
"fiil" kelimesi, bu iki terim için de kullanılmaktadır. Halbuki Eş'arîlere göre fiil, yalnız
"halk ve icat" manasına kullanılmakta kesb ise mecâzî olarak fiil denilmektedir. Böylece
İmam Mâturîdî'nin tek bir olaydaki fiile farklı açılardan baktığı anlaşılmakta ve bir fiilde
var olduğunu kabul ettiği yönden manası daha iyi anlaşılmaktadır. Bu esasa göre fiil; icat
(yaratma) yönü ile Allah'a mutlak kudret sahibine ait bir eser. Kesb yönüyle de kula aid bir
(cüz'î) kudret eseri olmaktadır. Yani fiil, yaratma yönünden Allah'ın külli kudreti
altındadır. Allah Teâlâ'nın yarattığı bu fiile insan kesb yönüyle esir ederek onu elde
etmekte ve mahalli olmaktadır. Halk ile Kesb arasındaki farka gelince; aletsiz meydana gelen
şey halk, aletle meydana gelen şey Kesbdir. Bazıları da şöyle dediler: "Kudret sahibinin
(Kâdir-i Mutlak) tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yaratma) mümkün olmayan
şey de kesbdir. Böylece Kesb kula, halk da Allah (c.c)'a aid olmuş olur. Fiil Allah'a izafe
edildiği zaman "halk" insana nispet edildiği zaman "kesb" adını alır. Bu anlayışa göre
insanın sorumluluğu daha çok anlaşılmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk konusunda
İmam Maturidi şöyle bir delil zikreder:
Madem ki, Hak Teâlâ dünyada itaat edenlere sevap, âsî olanlara da ikab (ceza) vadetmiştir. O
halde bu itaat ve isyan fiilleri ancak kulun iradesiyle seçtiği kendi fiili olduğu takdirde,
va'dedilen karşılıkları alabilir. Sevap ve ikab, Hak Teâlâ'nın bildiği gerçekler olduğuna
göre kulun bu fiillerinin de gerçek olması gerekir. Diğer bir husus da sudur: Herkes kendi
nefsinden ve tecrübelerinden bilir ki; yaptığı işlerde ihtiyar sahibidir, fâilidir,
kâsibtir. Bunun aksini iddia edenler kendilerinin herhangi bir fiili bulunmadığı söyleyen
Cebriyye'dir. Onların bu sözlerinin kendileriyle tartışmalarının bir hükmü ve manası yoktur.
Çünkü mezheplerine göre bu sözleri de-birer fiil olarak-onların değil demektir. Bu açıklama
ile Maturidiyye'nin insandan her türlü fiili iradeyi ve seçme gücünü kaldıran ve onu bir
alet gibi telakki eden Cebriyye ile insanın fiillerinden Allah'ın kudret ve iradesinin ve
ezelî takdirinin (yani kaderin) rolünü ve etkisini inkâr eden Kaderiyye ve Mu'tezile
arasında ortak bir yol takip etmeye çalışmaktadır.
Şamil İA