Uluslararası Hukuk

Uluslararası hukuk, uluslararası toplum üyeleri arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünüdür.

Uluslararası hukuka ilişkin yapılan tanımlar, doktrin alanında yazarların uluslararası toplum üyeleri hakkında kabul ettikleri görüşleri yansıtmaktadır. Klasik yazarlar uluslararası hukuku, devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü biçiminde tanımlarlar. Buna karşılık, gerçekçi (realist) okula mensup hukukçulara (örneğin Prof. Georges Scelle) göre, uluslararası hukuk, çeşidi ulusal toplumlara ait gerçek kişiler arasındaki İlişkileri düzenleyen hukuktur. Diğer yazarlar ise, bu iki görüşü de birleştiren bizim de esas aldığımız şekilde, uluslararası hukuku, uluslararası toplum üyeleri arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü olarak tanımlamaktadırlar. Öte yandan ictihad alanında Uluslararası Adalet Divanı önceleri Uluslararası Hukuku, devletler arasındaki ilişkileri düzenle-yen hukuk dalı olarak kabul ederken, günümüzde, yalnız devletleri uluslararası hukuk kişileri sayan görüşünden vazgeçmiştir. Günümüz yazarları ise bu tanımların tümünü birleştiren geniş ve kapsamlı bir tanımını vermektedirler. Bu çerçevede uluslararası hukuk, devletlere, uluslararası örgütlere, devlet niteliği kazanmamış örgütlenmiş topluluklara ve uluslararası toplumun bütününü ilgilendiren bireylere ilişkin durumlarda doğrudan bireylere yönelik kuralları kapsamaktadır.

Uluslararası hukukun doğuşu ve devletler arasındaki ilişkilerde uygulanmaya başlanması egemen ulusal devletlerin ortaya çıktığı onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda sözkonusu olmuştur. Ulusal devletleri daha önceki devlet sisteminden ayıran temel özellik ülke içindeki yüce otoritenin merkezi bir hükümetin, ya da hükümdarın eline geçmesidir. O zamana kadar hükümdar, yetkilerini feodal beylerle ve kilise ile paylaşmaktaydı. Belli sınırlara sahip devletlerin onaltıncı yüzyılda ortaya çıkması ile birlikte, kendi üstünde başka bîr otorite tanımayan egemen devletlerden sözedilir oldu. Bununla birlikte, uluslararası hukuk kurallarının gelişmesi ile ilgili bir durumda Roma İmparatorluğu dönemine dek geri gitmek gerekir. Bu evrensel imparatorluk döneminde Roma ile yabancılar arasındaki ilişkileri düzenleyen ius gentium bir bakıma modern uluslararası hukukun ilk haber-cisi olmuştur. Her ne kadar çağdaş uluslararası hukuk kurallarının birçoğunun kökü Roma hukukuna dayanmaktaysa da bu hukukun uluslararası hukuktan çok farklı yönleri vardı. Bu nedenle modern uluslararası hukukun ortaya çıkışı, egemen devlet sisteminin ortaya çıkışı ile birlikte olmuştur. İlk uluslararası hukuk kurallarının önemli bir kısmı dini motivlerle yapılan otuz yıl savaşlarını sona erdiren 1648 Vestfalya Antlaş-ması ile genel bir nitelik kazanmış ve yerleşmiştir. Grotius'un 1625'te yayınladığı "Savaş ve Barış Hukuku" başlıklı kitabı klasik devletler hukukunun ilk kodifîkasyonudur. Ancak, uluslararası hukukun on-dokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa devletlerinin tekelinde kaldığı ve Avrupalı devletler tarafından oluşturulduğu bir gerçektir. Ne var ki bu gelenek Birinci Dünya Savaşında kısmen, İkinci Dünya Savaşından sonra ise tamamen bozulmuştur. Ondokuzuncu yüzyıl, evrensel toplumun yapısında önemli değişiklikleri de beraberinde getirdi. Sovyetler Birliği'nin ve müttefiklerinin ortaya çıkması farklı bir hukuk anlayışını ortaya koydu. Birinci Dünya Savaşından sonra başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin uluslararası politikadaki ağırlıkları giderek kaybolurken Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Dünya Savaşıyla birlikte Monreo Doktirini'nden yavaş yavaş ayrılarak dünya politikasındaki yerini aldı. Uluslararası toplumun yapısı İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde daha köklü değişikliklere uğradı. Ekonomik ve siyasal yapıları çok farklı olan iki süper devlet uluslararası ilişkiler alanına ağırlıklarını koyuyorlardı. Bunun yanında İkinci Dünya Savaşından sonra eski sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşmasıyla ortaya çıkan yeni devletler de uluslararası hukukun günümüzdeki uygulanış biçimi üzerinde Önemli etkilerde bulunmuşlardır. Uluslararası hukukun dayanağına ve bağlayıcılık gücüne ilişkin doktrin alanında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bunları üç grupta toplamak mümkündür. Birinci kısmı görüşler uluslararası hukukun dayanağını yani bağlayıcılık gücünü doğal hukuktan aldığını ileri sürmektedirler. İkinci kısım görüşler ise, iradeci görüş olarak bilinmekte ve uluslararası hukukun bağlayıcılık gücünü devletlerin iradelerinden kaynaklandığını bildirmektedirler. Bunlar da kendi aralarında iki gruba ayrılmaktadırlar. Birinci grubun ileri sürdüğü, en tanınmış temsil-cisi Alman hukukçusu Georg Jellinek tarafından geliştirilen, kendi kendini sınırlama (auto-limitation) ilkesidir. Bu ilkeyi benimseyen bilginlere göre hukukun tek ve üstün kaynağı devlettir. Hukuk devlet iradesinin ürünüdür ve bağlayıcılık gücünü de bu iradeden alır. Diğer bir deyişle, kendi üzerinde herhangi bir otorite tanımayan birtakım kurallarla bağlayabilmek ancak yine onun iradesiyle olabilecektir, iradeci görüşlerden ikincisi ise, Henrich Triepel'in birleşik irade (Vereinbarung) ilkesidir. İçeriği aynı -ki bu yönüyle akitten farklılık göstermektedir- bulunan çeşitli iradelerin kaynaşması olarak tanımlanan Vereinbarung ilkesine göre, uluslararası hukukun kaynağı ancak iradelerin birleşmesi yoluyla bir irade birliği teşkil eden birkaç devletin veya çeşitli devletlerin birleşik iradesi olabilir.

Doğal hukuk ve iradeci görüşlerden sonra üçüncü grupta yer alan Objektivist görüşler de kendi aralarında ikiye ayrılarak incelenmektedir. Bunlardan Hans Kelsen'in Salt Hukuk Teorisi olarak da adlandırdığı Nomnativist Teorisi'ne göre bir irade tek başına hukuk kuralı oluşturamaz. Çünkü bu yazara göre her irade bir olaydır ve olaydan yükümlülük doğamaz. Dolayısıyla bir Teorinin dayanağı ancak kendisinden üstün başka bir kural olabilecektir. Böylece bir hukuk düzeni bir kurallar hiyerarşisinden oluşmaktadır. Bu kurallar hiyerarşisinin en üstünde yer alan kural temel kuralı oluşturmaktadır. Normativistlere göre bu temel kural, Pacta Sund Servanda (Ahde Vefa) ilkesidir. Objektivistlerden ikinci görüşü temsil eden. Prof. George Scelle'nin ortaya atmış olduğu Bio-Sosyolojik görüşe göre, her toplumun kuruluşu ile birlikte o toplumun hukuk düzeni de kendiliğinden ortaya çıkar. Toplum adeta biyolojik bir organizma gibi kendi hukukunu salgılar. Buradan kalkarak uluslararası toplum varsa, her toplum adeta biyolojik bir organizma gibi kendi hukukunu salgılıyorsa, her fiili toplum aynı zamanda bir hukuk toplumu ise bundan çıkması gereken sonuç şudur ki, uluslararası toplumun da bir hukuk düzeni vardır. Yani ulusal toplumları aşan bir uluslararası toplum vardır. Bu toplumun hukuk düzeni uluslararası sosyal dayanışmanın kaçınılmaz sonucudur. Ve uluslararası hukukun bağlayıcılık gücü düzenlediği ilişkilerin zorunlu oluşuyla açıklanabilir.

Buraya kadar belirtmiş olduğumuz uluslararası hukukun dayanağına ilişkin farklı görüşler değişik açılardan eleştirilmiştir. Bunlar günümüzde uygulanmakta olan uluslararası hukukun dayanağını açıklamaya yeterli görülmemektedir. Bunun için birçok yazar ya bu eleştirileri toplu olarak vermekte ya da bu konuya hiç değinmemektedirler. Öte yandan, uygulamada Uluslararası Adalet Divanı'nın kararlarına baktığımızda bu görüşleri bağdaştırıcı bir eğilim içinde olduğu görülmektedir.

Uluslararası hukukun yaptırımı aynı zamanda uluslararası hukuku iç hukukdan ayıran önemli bir konudur. Burada Önemli faktör iç hukukta bunu sağlayan bîr yüce otoritenin olmasına karşılık uluslararası hukukta bir uluslararası otoritenin bulunmadığından bunun Pacta Sund Servanda (Ahde Vefa) veya iyi niyet gibi hukuk dışı yollarla sağlanmaya çalışılmasıdır. Yine aynı şekilde iç hukukda yasa koyucu devletin adına hareket eden yasama organları iken, uluslararası hukukta böyle bir organ olmadığından bu işlevi devletlerin kendileri bazen da, uluslararası örgütler yerine getirmektedir. Kuralların uygulanmasında da, başta da belirtildiği gibi, bir uluslarüstü oto-rite bulunmamaktadır. Ancak uluslararası alanda bir andlaşmanın şartlarına aykırı bir davranışın andlaşmayı hükümsüz kılması gibi hukuki, bir uluslararası örgütün kurucu andlaşmasına aykırı davrananların üyelikten çıkarılması gibi kurumsal veya herhangi bir zararın doğmasından sorumlu bir devletin tazminat ödemesi gibi mali bazı yükümlülükler sözkonusudur. Bununla birlikte uluslararası hukukta da birtakım yaptıran mekanizmaları sözkonusudur. Bunlar: (1) Alışkanlık, (2) Ortak Çıkar, (3) iyi Niyet, (4) Örgütlenmiş Güç. Bunları örneklendirmek gerekirse diplomasi temsilcilerinin dokunulmazlıkları alışkanlığa, devletlerin hakkını ortadan kaldıracak şekilde andlaşmaları ihlal eden devlete karşı aynen karşılık verme ortak çıkara, ortak güvenlik ise örgütlenmiş güce örnek gösterilebilirken, iyi niyet ilkesinin günümüzde pek geçerliliği kalmamıştır. Çünkü devletler işlerine gelmediği durumlarda hukukdan kaçmaya çalışmaktadırlar. Bunların yanında sık sık başvurulan misillemenin, misilleme benzeri eylemlerin, savaşın, savaşa varmayan zorlamaların bir uluslararası hukuk yaptırımı olduğunu söylemek mümkün değildir. Buradan çıkarılacak sonuç uluslararası hukukun yaptırımlar konusunda iç hukuk kadar gelişmiş olmadığıdır. Bundan dolayı bazı yazarlar uluslararası hukuk için "İlkel bir toplumun henüz gelişmemiş bir hukukudur" demektedirler.

Uluslararası hukukun kaynaklarına gelince bunlar, Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. maddesinde de benimsendiği şekliyle, asıl ve yardımcı kaynaklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Andlaşmalar, (2) Teamül, (3) Hukukun Genel İlkeleri asıl kaynaklardır. Yardımcı kaynaklar ise (1) Mahkeme kararlan, (2) Yazarların görüşleri. Uluslararası hukukun kaynakları yazılı olup olmamasına göre de ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan (1) Andlaşmalar, (2) Mahkeme kararlan, (3) Öğreti yazılı kaynaklardır. Yazılı olmayanlar ise şunlardır: (1) Teamül, (2) Hukukun genel ilkeleri.

Hemen her uluslararası hukuk sorununda tarafların haklan konusunda en kesin bilgi; andlaşmalar ve sözleşmeler gibi devletler arasında yazılı olarak hazırlanan hukuk metinleridir. Bu gibi belgeler gerektiği gibi imzalandığı takdirde bunlara taraf olan devletleri bağlar. Öte yandan bir uygulamanın teamül haline gelmesi, dolayısıyla bağlayıcılığının sözkonusu olması iki öğeye bağlı bulunmakladır. Bunlardan maddi öge denilen birinci öğeye göre, uygulamanın genel, sürekli ve tutarlı olması ve uzunca bir zaman devam etmesi gerekmektedir. İkinci öge olarak bilinen ruhi ve psikolojik öge ise uygulamaların hukukun gereklerine uygun olmasıdır. Uluslararası hukukun üçüncü kaynağı olan hukukun genel ilkeleri iki grupta toplanmaktadır. (1) Hem ulusal hem de uluslararası hukukta uygulanan genel ilkeler. Örneğin iyi niyet (bono fide), ahde vefa (pacta sund servanda), hakkın kötüye kullanılması, zaman aşımı, gecikme faizi, kesin hüküm (res jüdicata) gibi. (2) Sadece uluslararası hukukta uygulanan kurallar. Bunlara örnek olarak da, uluslararası hukukun iç hukuktan üstünlüğü, devletin sürekliliği ve yerel başvurma yollarının tüketilmesi gösterilebilir.

Uluslararası hukukun kodifikasyonu ise, teamüli hukuk kurallarının yazılı hukuk biçimine dönüştürülmesi işlemidir. Uluslararası hukuk kuralları ilk başta yazılı bir nitelik taşımayan örf ve adet kurallarından oluştuğundan bunların yazılı hale getirilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Bu amaçla Birleşmiş Milletler bünyesinde Genel Kurula bağlı olarak Uluslararası Hukuk Komisyonu kurulmuştur. Kodifikasyon çalışması belli ölçüde bir yasama işlemidir. Bunun içindir ki bazı yazarlar buna ulusla-rarası hukukun yasalaştırılması demektedirler.

Bu alanda yapılan çalışmalar özellikle ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansından itibaren başlamıştır. Bu çerçevede 1889 ve 1907 La Haye konferansları ve Milletler Cemiyeti'nin çalışmaları büyük önem taşımaktadır. Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından daha ciddi biçimde ele alınmış ve ya-pılmıştır. Milletler Cemiyeti çerçevesinde oluşturulan uzmanlar komitesi çalışmalarını üç konuda yoğunlaştırmıştı. Bunlar, uyrukluk, yabancılara karşı işlenecek suçlarda devletin sorumluluğu ve son olarak kara suları. La Haye kodifikasyon toplantısında uyrukluk konusunda bazı ilerlemeler sağ-lanmış olsa da elle tutulabilir başarılı sonuçlar alındığı söylenemez. Yukarıda da belirtildiği gibi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Andlaşmanın 13. maddesiyle uluslararası hukukun tedrici geliştirilmesi ve kodifikasyonu ile görevlendirilmiş ve bu amaçla 1947 yılında Uluslararası Hukuk Komisyonu kurulmuştur. O zamandan beri Komisyon çok önemli konulan ele alarak bunların kodifikasyonu ve tedrici geliştirilmesi konusuyla uğraşmaktadır. Komisyonun tedrici geliştirme ve kodifikasyon amacıyla geliştirdiği kurallar devletler tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Onaylamayan devletler eski kurallarla bağlı kalmaya devam ederler. Ancak kodifikasyon ve tedrici geliştirme yoluyla hazırlanan metinler yeterince devlet tarafından onaylandığında bunu onaylamayan devletler de zaman içinde örf ve adet yoluyla bu kurallarla bağlı sayılabilmektedirler. Komisyon tarafından ele almanlar arasından birkaç tanesi şunlardır Çok taraflı andlaşmalarda çekince sorunu, devletlerin hakları ve ödevleri, saldırının tanımlanması, uyruksuzluğun azaltılması, uluslararası hakemlik yöntemi.

Tayyar ARI

SBA